Aydın olmak çok zor bu ülkede. Hele de şair olmak, yazar olmak... Çünkü şairin, yazarın, genelde aydının iki mekânı var bu ülkede. Biri kendi evi, biri de cezaevi.

Her halde cezaevleri olmasa idi, bu ülkede şair ve yazar da olmayacak idi! Daha önceki yazılarımda da zaman zaman değindiğim gibi cezaevleri, bu ülkenin şair ve yazarlarının ihtisas yaptığı birer mekân oldu.

Ve bu ülkenin cezaevleri; şiir, roman ve yazı üretim merkezi oldu.

Çünkü şairlerimiz ve yazarlarımız; yazdıkları için girdiler cezaevine, yazarak çıktılar cezaevinden.

Yaşamının belki de en önemli bîr bölümü geçti cezaevinde; Nazım Hikmet'in, Necip Fazıl'ın, Kemal Tahir'in, Orhan Kemal'in...

Nazım Hikmet            13,5 yıl,

Kemal Tabir    12,5 yıl,

Necip Fazıl                 10 yıl,

Orhan Kemal  5 yıl,

Aziz Nesin                  4 yıl,

İskilipli İsmail Beşikçi 17 yıl yattılar.

Nazım 15 Ocak 1902'de doğdu Selanik'te. 3 Haziran 1963'te öldü Moskova'da. Vatana hasret kaldı yıllarca. Kurtuluş savaşını anlatan en güzel şiirleri o yazdı. Anadolu'yu en güzel o tanıttı.

 

"Dörtnala geldik uzak asyadan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan Bu memleket bizim." dedi.

 

Şiirlerinde Anadolu halkının Türkçesini kullandı. En güzel dil bizim dilimiz, en güzel yurt bizim yurdumuz dedi.

Şiirleri bir tuhaf etkiliyordu insanı. Halk dili O'nun şiirlerinde yeni bir estetik kazanıyor, bir felsefeye dönüşüyor, duygulan harekete geçiren bir sel oluyordu.

Özellikle tanık olduğum bir olay, sanki bunu kanıtlıyordu.

Bünyan lisesinde öğretmenim. Sürgün gitmiştim. Ev arıyorduk. Okul Müdürü, "Mustafa öğretmenle birlikte kal" dedi. Mustafa öğretmen lisede tarih öğretmeniydi.

"Biraz teretellidir ama iyi bir arkadaştır" dedi Müdür Bey. Ve birlikte kaldık. Korkunç bir hafızası, mükemmel bir tarih bilgisi vardı. Bekâr evinin her tarafı kitap doluydu. Sınıfta öğrenci bırakmaz, yazılıları da öylesine okurdu.

Bir düğüne gitmiştik. Çocuklar Mustafa öğretmeni sahneye davet ettiler. Amaçlan, öğretmeni zor duruma düşürüp komik bir durum yaratmaktı. Lise öğrencilerinin başvurdukları tatlı şakalardan biriydi bu. Bir anı, bir fıkra istediler. Mustafa öğretmen "önemli bir anım yok, fıkra da bilmem ama bir şiir okuyayım" dedi ve okudu.

 

Gece gündüz cephelere sevkıyat gider.

Nerede başlayıp, nerede biter?

 

Memetçik memet, memetçik memet.

Dört cephe içinde koptu kıyamet

 

Vagonların kırk kişilikse de yapısı

Seksen memet, yüz memet yüklü hepisi.

 

Memetçik memet, memetçik memet.

Kitli vagonlarda yoktur merhamet.

 

Dağ taş memet dolu, dağ taş sevkıyat.

Gidenler aç susuz, dönenler sakat

 

Memetçik memet, memetçik memet.

Bölük yemininde yoktur merhamet.

 

Diye devam eden şiir bitti. Ama şiir okunurken olağanüstü bir şey oldu! Koca salonda birden ses kesildi! Şiir dinleniyor, ortalıkta çıt yok! Şiir bitti ve çılgın bir alkış! Meslek hayatımda ve hayatımın hiçbir anında böyle bir alkış görmedim.

Mustafa öğretmen geldi, yanıma oturdu. "Oğlum sen ne yaptın, ne okudun böyle?" dedim. "Nazım'dan bir şiir okudum, memleketimden insan manzaralarından bir bolüm" dedi. Ama çokta etkileyici okumuştu.

Yazdığı her şiirin hesabını verdi Nazım. Her şiiri soruşturuldu, dava açıldı ve ilk yargılama istiklal mahkemelerinde oldu. Ömrü mahkeme salonlarında, cezaevlerinde geçti bu koca şairin.

Ve bu koca şair; ülkesi için yazdı ama ülkesinin yöneticileri, siyasetçileri ondan hep korktu. Özgürlüğünü sürekli aldılar ama cezaevinde de hep özgür oldu.

Yazımızın ikinci bölümü olan cezaevi yaşamı da yazarak geçti Nazım'ın. En güzel şiirlerini orada yazdı. Bir Anadolu destanı olan "Memleketimden İnsan Manzaraları" bir cezaevi ürünü oldu.

Ve ne yazık ki, ömrünün son bölümü bir vatan hasretiyle geçti bu koca şairin.

Ne diyordu bu koca şair?...

 

"Anadolu'da bir koy mezarlığına gömün beni

Ve de uyarına gelirse,

Tepemde bir de çınar ağacı olursa

Taş maş da istemez hani...