Benzemezdi kimse O’na.

‘Şarkılarla konuşan kadın’ ve de ‘Cumhuriyetimizin divası’ olarak bilinir ve anılırdı.

Bugün onun ölüm yıldönümü.

Pek çok kişi gibi ben de Türk Sanat Müziği’ni onun sesinden duyup sevdim.

O, ne zaman (Rahmetli Babamın şarkısı olan) “Ben melanet hırkasını, kendim giydim yenime…” şarkısını söylese gözlerim yaşararak eşlik ederdim kendisine.

Yıllardır izlerim, bu şarkıyı ondan daha iyi okuyan bir sanatçı çıkmadı.

Rahmetli, tüm şarkıları adeta yaşayarak okurdu.

… …

Besteleriyle, güfteleriyle, şarkılarıyla, türküleriyle nice sanatçılar taht kurdu gönüllerimizde. Sesi güzel, diksiyonu güzel, Türkçesi güzel, müzik bilgisi güzel nice sanatçıları izleyip, dinledik.

Ama hiçbirinin sesi ve soluğu, Müzeyyen Senar’ın sesi ve soluğu gibi damarlarımızda dolanmadı.

Dediğim gibi şarkılarla konuşan kadındı O…

* * *

İlk kez 1930’lu yıllarda çınlattığı anlatılır; musiki cemiyetlerinde, radyo günlerinde, bahçelerde…

Ve de taş plaklarla...

Deniz Kızı Eftalya’ların çağında; “Heybeli’de her gece mehtaba çıkılan” zamanda...

Daha 12-13 yaşlarında iken, duru sesiyle herkesi büyülediği söylenir.

Ama o ses, bütün bir yüzyılı ve iki kuşağı kat edip bize ulaştığında kırçıllı, esmer bir hüzne bulanmıştı.

Sesinde, kim bilir kaç rakı sofrasından, kaç yangın yarasından, baba öfkesinden, ana hasretinden, evlat acısından, kaç diyet lokmasından, kaç yarin kokusundan derlenip damıtılmış özel bir aroma vardı.

Öyle külhani bir efelenmeyle, öyle kavruk bir tonlamayla okurdu ki, o sesin bir gün susacağına hiç kimse (en azından ben) asla inanmazdı(k).

Edası, eril bir havadaydı; kadın tınısını erkeksi tonlara bulayan zengin bir harmandı onunki... Kıstırılmış, kuşatılmış, hadım hayatların sesi... O harman Zeki Müren’e, Bülent Ersoy’a el vermiş, ses geçirmiş, örnek olmuştu.

Senar için şarkı söylemek bir varoluş biçimiydi.

Çocuk yaşta anlaşılmaz bir nedenle kekeme olmuştu. Konuşurken derdini anlatmakta zorlanıyor ama şarkı söylerken bir zorluk hissetmiyordu.

Sonunda şu karara vardı ki; “Tanrı, şarkı söylemesi için kekeme olmasını istemişti.”Bundan böyle o, notalarla konuşacak, anlatmak istediklerini şarkılara dökecekti.

Bazı heceleri kekelemeden söyleyebilmek için gırtlaktan farklı sesler çıkarmak durumunda kalıyordu. Bir zorluğu aşmak için geliştirdiği bu yöntem, öyle çatallı gürüldeyen bir ses yarattı ki, dinleyenlere “Benzemez kimse sana” dedirtti.
Koştuğu patikalar boyunca birer birer geride bıraktığı o acılar, katman katman yer etmiş sesinde...
Acılar çektikçe kalınlaşmıştı sesi de...
Çocuk yaşta annesi evi terk ettiğinde yatağında şarkı söyleyerek ağlamıştı önceleri... Sonra, üzüldükçe şarkı söylemeye, kendini bestelerle avutmaya, güftelerden teselli bulmaya başlamış.
Böylece şarkı, sadece sözcüklerin değil, gözyaşlarının ve de kahkahaların da yerini almıştı.
Nice elemle kavrulup onca yangının içinden geçmiş; hasretin, şöhretin, ihanetin alevinde demlenmişti.
Bundan sonra plaklarda yaşayacak o sesin her dinleyişte bizde yarattığı hüzzam etkisi, muhtemelen ses tellerine sinen bu hicran seyahatinin ürünü olacaktı.
“Ölürsem yazıktır, sana kanmadan” diye başladı mı, aynı sesten üremiş, çoğalmışçasına duygudaş olurdu herkes onunla...
“Bende hicran yarasından da derin bir yara var” dedi mi, yaralanır; hicran yarasından da derin kesilmiş gibi olurdu tenimiz...
90 yıllık o ses, farklı yönlere savrulmuş hayatlarımızın buluşma noktasıdır; susarsa dağılırız.