İnsan ilk hamlede görmek istediğini görür; söylemek istediğini söyler; göstermek istediğini gösterir. Bunun adı münazara mantığıdır.

 

Küçük bir örnek vermeye çalışalım mı?

 

“Çocuğun eğitiminde okul mu önemlidir, aile mi? “

 

Bu münazara konusunu Çorum’da yerel gazeteleri tararken görmüş ve şaşırmıştım. Münazara halka açıktı ve konuşmacılar öğretmenlerdi.

 

Çocuğun yaşamındaki iki yaşamsal kurum, yumurta misali tokuşturulmaktaydı. Eğitimde okul ve aile sanki birbirlerinin yerine ikame edilirmiş gibi…

 

Bugün birilerinin dayattığı ise “devrimcilik mi, milliyetçilik mi?” münazarasıdır. Hayatın topluma dayattığı gerçeklik ise kanla, irfanla, devrimle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanma tertibine karşı Kemalist Devrim’in yeniden ihya ve inşasıdır. Tam bağımsız Türkiye’nin yeniden tarih sahnesine çıkmasıdır. Antiemperyalist mücadele için en geniş birleşik cephenin kurulmasıdır.

 

Antiemperyalist mücadelenin taşıyıcı kolonları ise a) Tam bağımsızlık, b) Milliyetçilik, c) Devrimciliktir.

 

Sen bir kolonu çekersen, öteki iki kolonu yıkarsa ortada antiemperyalist mücadele diye bir şey kalmaz. Emperyalizm ve işbirlikçileri kıs kıs gülerek ellerini ovuştururlar. Çünkü emperyalizmi yeniden denize dökecek olan birleşik cepheye nifak çomağı sokulmuştur.

 

Emperyalizmin sömürgecilikten mirası “böl-yönet” taktiğidir. Bu taktiği, yaşadığı pratikler içinde geliştiren emperyalizm, kavramların içlerini boşaltarak kendi çıkarlarına uygun içerikler yüklemektedir. Kendisine karşı müttefik olacak sosyal yapıları birbirine karşı gruplara dönüştürürken antiemperyalist direnişin iki temel öğesini de birbirine karşıtmış gibi göstererek, oluşacak birleşik cepheleri daha doğmadan parçalamanın peşindedir.

 

Bu temel kavramlar, yukarıda da vurgulamaya çalıştığımız gibi devrimcilik ve milliyetçiliktir.

 

12 Eylül 1980 öncesini yaşayanlar, bu iki kavramın nasıl paskalya yumurtası gibi tokuşturulduğunu bedel ödeyerek öğrenmişlerdir. Hâlâ öğrenemeyenler için ise Türkiye’yi büyük bedeller beklemektedir.

 

O dönemde “milliyetçi” dendi mi “faşist”, devrimci dendi mi “komünist, Allahsız” anlamları dayatılmış ve baş düşman olarak görülmesi gereken emperyalizm kendisini bu yapay çatışmanın arkasında başarıyla saklamıştır. Eyalet sistemi, özerklik vb teranelerle geldiğimiz noktaya buralardan geçilerek gelindiği unutulmamalıdır.

 

İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Türkiye’de cirit attığı bilinen Nazi ajanlarının kendilerine yandaş edinmek için çeşitli sosyal ve siyasal yapılar içinde çalışmalar yapmamaları kendi stratejilerine aykırıdır. Hegemonyacı ülkelerin olmazsa olmaz politikasıdır bu.

 

Nazilerin en kolay etki alanı ise kaçınılmaz olarak Türk milliyetçileri olmuştur. Hele Nazilerin Avrupa’yı silip süpürdüğü günlerde Hitlerin gücünden ve yuttuğu ülkelerden etkilenmemek eşyanın doğasına aykırıdır. O dönemde Türk basını da Nazilerin işgal ettiği ülkeleri günlük haritalarla ve yorumlarla topluma sunmaktadır. Şeytan ayrıntıda gizlidir derler, o dönemde Hitler bıyığı pek moda olmuştur.

 

Biz burada bir an soluklanıp özdeş kavramlar gibi gösterilen faşizm ve milliyetçilik kavramlarına kısaca değinmeliyiz.

 

Milliyetçilik, burjuva devrimleriyle kurulan ulus devletlerle tarih sahnesine çıkmıştır. Şunun altını özenle çizmeliyiz ki hiçbir ulus devlet ırk temelinde kurulmamıştır. Burada ikinci yaşamsal kavram ise laikliktir. Yani ulus devletlerin güvencelerinden biri de laikliktir. Özetle ulus devletler farklı etnik köken ve inançtan oluşan yapılardır.

 

Kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesiyle milliyetçilik ezilen ulusların emperyalizme karşı mücadelesinde temel birleştirici unsur olmuştur. Burada Mustafa Kemal Atatürk’ün ulus tanımını hatırlamalıyız. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”. Atatürk bu tanımını “Ne mutlu Türk’üm diyene…” sözüyle taçlandırmıştır.

 

Milli mücadelede kim ki Mustafa Kemal Paşa’nın yanında olmuştur, o ve onlar Kemalist Devrim için çalışarak Cumhuriyet’i kuranlardır. Hangi etnik köken ve inançtan olurlarsa olsunlar Milli Mücadeleye karşı çıkanlar ise ister istemez emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmiş işbirlikçilerdir. 

 

Kemalizm’in ilkeleri “Ya İstiklal, Ya Ölüm” şiarıyla emperyalizme karşı mücadele içinde oluşmuş kavramlardır. “Cumhuriyetçilik, devrimcilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve laiklik”…

 

Bu kavramlar, emperyalizm tarih sahnesinde oldukça dünyanın her yerinde antiemperyalist mücadelenin yolunu aydınlatacak ilkelerdir.

 

İşte bu gerçeği iyi bilen emperyalistler iki temel ilkeyi devimcilik ve milliyetçiliği birbirine karşıt kavramlar gibi göstererek kendilerine karşı direnecek unsurlara “böl-yönet” taktiğini uygulamaktadırlar.

 

Biz gelelim faşizme… Dimitrov faşizmi şöyle ifade etmiştir: “... Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurların açık terörcü diktatörlüğüdür.” (Faşizm ve İşçi Sınıfı, Sf:11)

 

Bilindiği üzere, faşizmin en gerici biçimi Almanya-Hitler örneğidir. Alman faşizmi, sadece işçi ve emekçi sınıflara değil, bir avuç tekelci sermaye dışında tüm topluma yönelmiştir. Dahası, “uluslararası karşı-devrimin hücum kıtası” olarak, emperyalist amaçlar doğrultusunda dünyayı kana bulamıştır.

 

Özetlersek antiemperyalist mücadelenin temel kavramlarından olan milliyetçiliğin faşizm ile örtüştürülmesi hayatın gerçeğine aykırıdır. Son tahlilde emperyalizmin emellerine hizmet eder.  

 

Devrim, bir toplumsal yapının bir ileri aşamaya geçmesidir. Jön Türkler öncülüğünde başlayan Türk devrim süreci Kemalist önderlikle yarı feodal, yarı sömürge bir ümmet toplumundan emperyalist işgale karşı bağımsızlık savaşı vererek kurulan ulus devletle zafere ulaşmıştır. Bu zafer, 21. yüzyılda da ezilen ulusların yolunu aydınlatmaktadır. Nerede antiemperyalist mücadele varsa orada Kemalizm’in rehber ışığı vardır.

 

Yaşam ve ölüm nasıl birbirinin ayrılmaz parçaları ise nerede devrim varsa orada karşıdevrim vardır. Kemalist devrimin kesintiye uğraması, 1938’den sonra objektif ve sübjektif sebeplere feodalizmin tasfiye edilememesinin sonucudur. Burada objektif sebep 1939’da başlayan İkinci Paylaşım Savaşı, sübjektif etken ise devrimin sürekliliği olgusunun kavranamamasıdır.

 

1945’den sonra dünyanın emperyalist dengelerinde İngiltere ile ABD’nin yer değiştirmesi, Türkiye’nin Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’yla olan stratejik konumu, ABD’nin SSCB’yi güneyden kuşatma hamlesi ile birleşince Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştır.

 

Bu sürecin Türkiye’ye yansıması, Toprak Reformuna muhalefet eden ve “dörtlü takrir” ile siyaset sahnesine Demokrat Parti’nin çıkması olmuştur. Emperyalizm, artık ülkedeki en gerici unsurlarla işbirliği yaparak, inanç üzerinden siyaset dâhil, karşıdevrim ağlarını örecektir. Nihai hedef Wilson Prensiplerinde ve Sevr Anlaşmasında kayıt düşülen Büyük Ermenistan ve Kürdistan’dır. Bir diğer deyişle devrimle kurulan Türkiye Cumhuriyetinin yıkılmasıdır.

 

Emperyalizm bunu hayata geçirmek için uzun ve kararlı bir yürüyüş başlatmıştır. Beyaz Saray’da oturanların adı değişse de nihai hedef hiç ama hiç değişmemiştir.

 

İşte bu noktada Türkiye’nin varoluş ilkelerinin kendi içinde ayrıştırılması ve toplumda yapay kamplar, çelişmeler ve çatışmalar çıkartılması stratejisi uygulanmış ve uygulanmaktadır. Devrimcilik ile milliyetçilik bir çatışma alanıdır, laiklik ile Müslümanlık bir başka çatışma alanı... Bir kesim laikliği ve cumhuriyetçiliği savunurken, milliyetçilik diğer ilkelerden ayrıştırılarak devrimcilikle olan bağları kesilmiş, yapay bir çatışma ve düşmanlık oluşturulmuştur.

 

Kemalizm’in ilkeleri bir bütündür. Bu ilkelerin herhangi birisi diğerlerinden ayrıldığında doğada ve toplumda boşluk olmaz kuralı gereğince farklı söylemler eklenerek topluma sunulacaktır. Örneğin milliyetçiliği diğer ilkelerin arasından çektiğinizde yanına “mukaddesatçılık” ile başlayan silsilede “Türk-İslâm Sentezi”ne giden süreç yaşanacaktır. Bu silsile ister istemez devrimin kesintiye uğraması nedeniyle yarı feodal ve yarı sömürge yapıya dönüşmüş ülkede laiklik ilkesiyle de bağlarını kesmek zorunda kalacaktır. İşte burada 1946’da çok partili düzene geçildikten sonra inanç üzerinden siyaset yapmanın kolaycılığı hatırlanmalıdır.

 

Şu yaşadığımız zorlu varoluş sürecinde, emperyalizme karşı en geniş birleşik cephenin kurulmasını önlemek için “Ya İstiklal, Ya Ölüm” ortak paydasında tam bağımsızlıkçı mücadeleyi önlemek için çıkarılmak istenen çatışmalara karşı toplumu uyarmak 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbelerini yaşamış bir yurttaş olarak görevimizdir. Bu süreçte yapılacak hatalar ağır bedellerle millete çıkarılacaktır. 

 

Tarih, ondan ders alamayanların sebep olduğu tekerrürlerle çarkı yavaşlayan bir akıştır. 1970-1980 döneminde yaşananlardan gerekli dersleri alamayıp eski defterlerdeki ezberleri tazelemek sadece ve sadece emperyalistlere yarar. Şu süreçte baş çelişme emperyalizm ile ulus devletler arasındadır, baş düşman ise emperyalizmdir. Bizlere düşen ise emperyalizme karşı en geniş birleşik cepheyi oluşturarak tam bağımsız Türkiye’yi yeniden tarihe kayıt düşmektir.  Gerisi teferruat…

 

Meraklısı için not: Milli birleşik cephe antiemperyalist mücadelenin stratejisidir. Kemalist Devrim sürecinde Mustafa Kemal Paşa tarafından Müdafaayı Hukuk Cemiyeti çatısı altında hayata geçirilmiştir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinden Büyük Millet Meclisi’ne milli birleşik cephe esas alınarak mücadele edilmiştir.

 

Elmaya “alma” ve “elma” demişiz… Elma aynı elmadır. İngilizler elmaya “apple” diyorlar. Elma aynı elma… Antiemperyalist mücadelede inşa edilecek yapı milli birleşik cephedir. Adına ne derseniz deyin. Elma aynı elmadır.

 

Milli birleşik cephenin adı üzerinde tartışma bana Bizans’ı Fatih’in kuşattığı günlerde “Meleklerin kanatları var mıdır, yok mudur?” diye tartışan papazları hatırlatıyor… Git kör şeytan, git işine…

 

Maksat, milli birleşik cephe kurmak mı yoksa isim üzerine münazara ile iştigal etmek mi?