İNSANLAR İŞİNDE-GÜCÜNDE, AYRILIK DÜŞÜNEN YOK GİBİ

Güneydoğu ile ilk olarak, 1971 yılı olsa gerek, Çorumspor’un Urfa deplasmanı dolayısıyla tanışmıştık.

Sonra uzun bir süre Diyarbakır…

Malatya, Elazığ, Kahramanmaraş, Adıyaman, Gaziantep kısa süreli de olsa tanıma fırsatını bulduğumuz kentler. Ama bu kentleri, coğrafi bakımdan olsa da, sosyo-politik ve ekonomik bakımdan “Güneydoğu” tanımının içine almak herhalde doğru olmaz.

Özellikle Diyarbakır günlerimizde yöre halkıyla ilgili çok olumlu izlenimlerimiz oluşmuştu. Sözüne güvenilir, samimi, sevecen insanlardı. Vatan sevgileri tartışma götürmezdi.

Ama doğa da haşin davranmıştı kendilerine, tarih de. Osmanlı, “ferman” çıkararak Kürt beylerine onlarca köyü birden bırakmak suretiyle “başım ağrımasın” politikası uygulamıştı yüzyıllar boyunca. Feodal yapı ise yörenin geri kalması, insanının kölelik koşullarında bir yaşam sürmesi sonucunu doğurmuştu.

Cumhuriyet ise Güneydoğu’ya eğitim, iş-aş götürme fırsatı bulamadan, İngiliz kışkırtmasıyla çıkan irili-ufaklı pek çok isyanla uğraşmak zorunda kalmıştı.

Ekonomik yetersizlikler, hızlı nüfus artışı, sınır kaçakçılığından başka iş bilmeyen insanların üretim anlamındaki tembellikleri, Güneydoğu’yu 20. yüzyılın ikinci yarısına “geri kalmış” bir bölge olarak taşımıştı.

Bizim tanıdığımızda da bu bölgede yoksulluk, mahrumiyet diz boyuydu. İnsanlar ilkel bir yaşama mahkûmdu. İnsan gibi yaşayabilmek için büyük kentlere akmaktan başta çare yoktu.

Ama, bir gerçek daha vardı:

Bizim kuşağımızdan üniversite öğrencileri, Zap suyuna kendi elleriyle köprü yapacak kadar bölgenin sorunlarına duyarlılardı.

Zaten o dönemde, topyekün Türkiye’nin geri kalmışlığı tartışılıyordu. Batı’nın yurtsever, hümanist gençleri de, Doğu’nun ezilmişliğini ta yüreklerinde hissediyorlardı.

Doğu’nun insanları da, Orta, Kuzey, Güney ve Batı’da milyonlarca yüreğin, kendileri için çarptığının bilincindeydi.

Sonra her şey değişti. Küresel sermaye, dünyaya yeni bir biçim vermeye başladı. Türkiye’de 12 Eylül oldu. Diyarbakır Cezaevi, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, psikolojisi bozulmuş teröristler yetiştiren bir işkencehaneye dönüştü. Ve dağa çıkışlar başladı.

Bilinen son:

Emperyalizmin maşası “etnik milliyetçi” bir terör örgütü…Toprağa verilen onbinlerce vatan evladı…Ülke kalkınmasına, o arada bölge insanının refahına ayrılması gereken yüzmilyarlarca doların uçup gidişi…

Peki, olaya bugün nasıl bakıyor bölge insanı?

Örneğin ayrışma, ayrı bir devlet istiyor mu?

Abdulkadir Ozulu Hocamızla, Hakkari Çukurca’dan dönüşünde uzunca sohbet etmiştik. O’nun kanaati, halkın ezici bir çoğunluğunun ayrılma istemediği yönündeydi. Çukurcalıların “Devlet memurlarını çekse, buraya maaş girmese hepimiz aç kalırız” dediklerini aktarıyordu Abdulkadir Ağabey. Beklenti, sosyal-kültürel hakların genişletilmesi, özgürlük sınırlamalarının kaldırılması ve iş-aş olanaklarının artırılmasıydı.

Devlet ile terör örgütü arasında sıkışan halk çaresizdi.

Hafta sonu üç gün Mardin’deydik. Çarşıda gezdik, halkın içinde bulunduk, nabız yokladık.

Bizim gözlemimiz de aynı oldu:

Güneydoğu halkının ezici bir çoğunluğu Türkiye’nin bölünmesini istemiyor.

Mardin örneğindeki gibi iş olanakları arttıkça, teröre ilgi ve yakınlık da azalıyor.

Arap, Süryani ya da Kürt, hangi alt kimlikten olursa olsun, sokaktaki satıcıdan taksi şoförüne kadar hemen herkesten “Allah devlete zeval vermesin” sözünü duymak mümkün.

Mardin’in en büyük işadamlarından olan DSP eski Milletvekili Mustafa Kemal Tuğmaner’le sohbet ettik. Babası Kasım Tuğmaner DP milletvekiliymiş, 27 Mayıs’tan sonra hapis yatmış. Kendisi de AP, DYP çizgisinde, ama Rahşan Ecevit’in çağrısı ve ısrarı üzerine 1999’da DSP’den milletvekili olmuş.

Dostumuz Ünal Kakaç’ın devre arkadaşı bir albay Tuğmaner’in çok yakın arkadaşıymış. Sağolsun, büyük ilgi ve dostluk gösterdi.

Altını çizmemiz gereken bir değerlendirmesi var Tuğmaner dostumuzun:

“Geçen yıl Mardin’e 1 milyon turist geldi, hedefimiz 3 milyon.”

İşte bu.

Mardin turizm kenti olmuş. Herkes işinde gücünde. Çorum’un yarısı kadar bile olmayan 82 bin nüfuslu kentte, hizmet sektörü açısından Çorum’da olmayan o kadar kaliteli işletmeler var ki…

Mardin’in tarih zenginliğini elbette yadsıyamayız, ama Hitit uygarlığının başkenti Çorum, daha mı önemsiz turizm açısından?...

Bize göre eksik olan, Çorumlu’nun beyin olarak turizme açılamamış olması.

Moda deyişle Çorum’da da bir “turizm açılımı”na ihtiyaç var.

Çorum’un sanayileşmesi duraksadı, dışarıdan yeni yatırım çekilemiyor, oluşan sermaye birikimini kanalize edecek yatırım alanı bulunamıyor.

Turizm bu anlamda da bir çıkış noktası olabilir.

Zira Çorum’a dışarıdan para girmesi gerek.

*       *      *

İdari hakim damadımız Alper Ergüder ile Ünal Kakaç’ın hukukçu oğlu Can Emre Kakaç, Mardin’de kısa dönem askerlik görevlerini yapıyorlardı. Yemin törenlerine katılmak üzere biz, Demet-Ünal Kakaç ve küçük oğulları Egemen Sadık’la Çorum’dan Esenboğa’ya ulaştık. Eşimiz Hülya ve kızımız Zeynep’le havaalanında buluşup Mardin’e uçtuk. Dünürlerimiz Ayşe-Sarper Ergüder çifti de İstanbul uçağıyla bizden önce ulaşmışlardı Mardin’e.

Yemin törenleri, gerçekten milli duyguları doruğa çıkarıyor. Tüyleriniz diken diken oluyor. Silahlı Kuvvetlerinizle, evlatlarınızla gurur duyuyorsunuz.

Ve asker çocuklarınızla Mardin daha bir güzel görünüyor güzünüze.

Hiç kuşku yok, Mardin güzel kent.

Havayolu ulaşımı ve yoğun uçak seferleri en büyük avantajı.

Geleceği parlak.

Umarız Çorum da, “turizm kenti” kimliğini alabilmek için daha fazla vakit kaybetmeden gerekli atılımları yapar.