Türküm, doğruyum, devrimciyim.

Yasam, iç ve dış gâvuru dışarı atmak

Yurdumu tez elden kalkındırmaktır.

Ülküm, işçiye iş,

Köylüye toprak,

Bebeye süt,

Yavruya ekmek ve kitap,

Gence gelecek sağlamaktır.

Varlığım ulusal kurtuluşumuza ve

Bağımsızlığımıza armağan olsun.

Can Yücel

 

1968 Paris öğrenci olaylarının Türkiye’nin siyasal yolculuğunda etkileri olmuştur muhakkak. 1960, 27 Mayıs devriminin, 1961 Anayasası’nın, Türkiye İşçi Partisi’nin, DİSK’in (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu)  kuruluşunun yanında 1968 Paris öğrenci olayları da kıvılcım etkisi yapmıştır. Ama sosyal muhalefetin kendini ifade etmesinde en önemli etken 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü ortamdır. Hani şu birlerinin “Bu anayasa bize bol geliyor…” dediği yıllar.

1963’de ilkokulu bitirdiğimde yaşantımın en önemli olayı evimizin İstanbul-Aksaray’dan Samatya-Davutpaşa’ya taşınmasıdır. Dededen kalma ahşap ev, bir anıdır artık… Diğer en önemli olayı ise daha sonra ayrımsadım. 1963 yılı Cumhuriyet gazetesi okurluğumu hatırladığım tarihtir. Bir süre sonra eve ikinci bir gazete, Akşam, girince daha da zenginleştik.

Ortaokulda öğrenciyken TİP’in mahalledeki kahve toplantılarını izlemeye giderdim. Çokluk gece yapılırdı bu toplantılar. Annemden çekirdek almaya gidiyorum, diye izin alıp kahvenin yolunu tutardım. Elinde çekirdek külahı bıyıklı amcaların ve sigara dumanlarının arasında çelimsiz bir çocuk… Beni fark eden bıyıklı amcalar önce uyarırlar ve sonra da kolumdan tutup kahveden çıkarırlardı. Biraz sonra usulca kapıdan içeri süzülürdüm yeniden… Bu kez iyice azarlayıp eve gitmemi tembihlerlerdi. Ben de kapının önündeki ağaca takılmış cızırtılı bir hoparlörden dinmeye çalışırdım konuşulanları.

Ne anlatırlardı o kahve toplantılarında şimdi hiç bir şey hatırlamıyorum, ama toplumsal olaylara ve siyasete merakım o yıllarda da vardı. Siyaset ne garip bir takıntı… Bir kez bulaştınız mı arınamıyorsunuz bir türlü… Tiyatronun kulis tozu gibi bir şey bu.

Lise öğrencisi olduğumda toplumculuğu, sosyalistliği anlamaya, öğrenmeye çalıyordum. Düzenli olmasa da Yön ve Ant dergilerini aldığımı hatırlıyorum. Solculuk; haksızlığa, insanların insanları ezmesine karşı çıkmaktı. Toplumcu şairleri keşfediyordum. Nazım Hikmet ve diğerleri…

Ülkemizde de toplumcu siyaset giderek ısınıyor, TİP parlamentoda 15 milletvekiliyle temsil ediliyordu artık. Bir avuç insan, Mecliste resmen gündem belirliyorlardı. İşte bu dönemin simge kuruluşlarından biri de TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası)’tü. Başkanı ise Köy Enstitülü ve yazar Fakir Baykurt’tu.

Bu konuda Yıldırım Koç’un “TÖS’ün Genel Grevi (1969)” ve “TÖS’ün Anti-emperyalist ve Ulusçu Niteliği” adlı yazıları belleğimi tetikleyerek bu eski yazımı hatırlamama sebep oldu. Bu yazıları okumayanlara öneririm. Siyasi tarihimizde dün ve gün üzerine kaleme alınmış ders niteliğinde makalelerdir.

Türkiye 1969-1970 öğretim yılında artık Lise son sınıf öğrencisiydim. Ülke ve dünya sorunlarını sınıfta kendi aramızda konuşur tartışır olmuştuk. Sınıfımız, ülkemizin küçük bir örneği gibiydi. Bizler birkaç arkadaş soldan, toplumculuktan söz etmeye çalışırken bizi komünistlikle suçlayanlar, bazen de sustalı ile kovlayanlar da çıkıyordu… Bileklik takan, sustalı taşıyan o arkadaşımla 1970’li yılların ortalarında Beyazıt meydanında rastlaştık… Onu sesinden tanıdım. Bir mitinge katılmıştım ve bizi dağıtmak için kovalarken küfreden ses hiç de yabancı değildi. Kaçarken arkama baktığımda, bizi “Komünistler…” diye sınıfta sustalıyla kovalayan ve belge alıp okulu bırakan arkadaşım, şimdi polis olmuş elinde cop yine bizi kovalıyordu. Sonuç mu? Yine yakalayamadı…

Yıl 1969… 15-18 Aralık’ta Türkiye Öğretmenler Sendikası üç günlük derslere boykot kararı almıştı. Ülke bu haberle çalkalanmaya başlamıştı. Umur, Kenan ve ben kendi aramızda bir karar aldık. Biz de bu boykotu destekleyecek, Pertevniyal Lisesi olarak bu eyleme biz de katılacaktık. Ama nasıl? Çünkü hayatımızda hiç böyle bir şey yapmamıştık. Yapmamak ne kelime böyle bir eyleme katılmamıştık. İngilizce hocamız İhsan Bey, hepimizin hayran olduğu biriydi. Boykottan bir gün önce ona danıştık. Yanıtı ilginçti… “Gözlerimin içine bakın ne dediğimi anlayın!”… Hemen koridora çıkıp kendi aramızda bu yanıtı konuştuk… Evet, İhsan Hoca bizi destekliyordu. Bu ifade bize nasıl bir güç verdi anlatamam…

Ertesi gün okula gelirken çanta yerine bir defter ve bir kitap almıştım. Onun sebebi de evdekilerin dikkatini çekmemekti. Sınıfları gezerek boykot olduğunu, ders yapılmayacağını söylüyor ve herkesi yürüyüşe davet ediyorduk. Sınıflar hızla boşaldı. Bizimle yürüyüşe gelmeseler de okulu kırmanın bahanesindeydiler. Bazıları ise bayrağı biz taşıyacağız diye öne çıktılar. Bayrakları Lisenin yanındaki TÖS’den almıştık. İlk durağımız mahallenin diğer okulu olan Oruç Gazi İlkokulu’ydu. Onu boşaltma şerefini kimselere bırakamazdım. Çünkü ilkokulu orada okumuştum. Çocukları yürüyüşe çağırmak bizce yanlıştı… Onlara evlerine gitmelerini söyledim. Öğretmenlerden ise özür dileyerek boşaltıyordum sınıfları… Ve Pertevniyal Lisesi, kendi tarihinin belki de ülke tarihinin ilk lise boykot eylemine ve yürüyüşüne başlamıştı.

Aksaray’dan Laleli tarafına yöneldik… Arkadaşlar peşimizde iki kamyon polis olduğunu söylediler. O zamanın deyişiyle iki kamyon Fruko…

Meraklıları için söylersek… O zaman Fruko diye bir gazoz vardı… Yeşil şişeli gazozlar ise açık kamyonlarda kasalarla taşınıyordu. Beyaz miğferli, limonküfü giysili polisler bu gazozlara benzetiliyordu. İki yanı açık kamyonlarda eylemden eyleme taşınan polisler, toplum tarafından Fruko gazozlarına benzetiliyordu. Toplum polisinin toplumdaki adı Fruko’ya çıkmıştı.      

Liseli eylemciler hızla Beyazıt’a yaklaşırken arkadaşlar sordular… “Nereye gidiyoruz?”

İşte zurnanın zırt dediği yer… Çünkü hiçbir planımız yoktu… Koca lisenin peşimize takılacağını tahmin etmemiştik. Üniversiteye girer ağabeylerimize sorarız, diyerek bu soruyu geçiştirdim. Hızla İstanbul Üniversitesi’nin bahçesine girdik. Her halde büyük bir çoğunluk ilk kez giriyordu üniversite’nin bahçesine… İşte ne olduysa o anda oldu. Herkes bir yana dağıldı. Birdirbir oynayan, ağaçlara tırmananlar bile vardı. Var gücümle ne yapıyorsunuz arkadaşlar, diye bağırsam da sesimi duyan yoktu.

Gür bir ses, oldukça sinirli bağırdı… “Başınız yok mu sizin?”… Uzun boylu, kumlu paltosunun yakalarını kaldırmış bu sinirli sesin sahibi Deniz Gezmiş’ti… Gazetelerdeki,  fotoğraflarından tanımıştım. Utancımdan bir şey diyemedim. O bir daha bağırdı… “Başınız yok mu sizin?”

Utana sıkıla, “Benim Deniz Abi…” dedim.  O hâlâ sinirli, “Biz üniversiteye polis girmesin diye uğraş veriyoruz, sen peşine iki kamyon polisi takmış üniversiteye geliyorsun. Hemen topla arkadaşlarını ve üniversiteyi terk et…” dedi…                          (SÜRECEK)

O keşmekeşte ne Kenan’ı, ne de Umur’u göremiyordum. Var gücümle bağırmaya başladım… Üniversitenin bahçesi adeta çocuk parkına dönüşmüştü. Deniz Gezmiş’ten utancım daha da artıyordu. O sıkıntı ile terlerken, bir ağacın altında sigara içerek beni izlediğini fark ettim. Yanıma varıp, “Deniz abi, vallah ben bunları toplayamıyorum…” dedim. Halime acımış olmalı, “Sen yakımda dur…” dedi ve gök gürültüsü gibi bir sesle haykırdı… “Arkadaşlar… Hemen burada dörderli kol oluyoruz… Marş…”

Bu sihirli bir sesti sanki… Ben ne desem bakmayanlar koşar adım sıraya giriyorlardı… Boynumu büküp, “Sağ ol Deniz abi…” dedim. O da, “Bir daha peşine polis takıp üniversiteye gelme…” diyerek tembihini yineledi… Ve Sırtıma babacan bir şaplak yapıştırdı.

Dörderli kolun yanına geçip, “Haydi arkadaşlar gidiyoruz…” dedim. Sırtımda buz gibi bir ter… Yaşıtlarım arasında Deniz Gezmiş ile anısı olan kaç yaşıtım vardı ki?

Sordular,  “Şimdi nereye gidiyoruz?”… Gülümsedim… “İlk hedef İstanbul Kız Lisesi…” O yıllarda İstanbul’da karma liseler yoktu… Kızlarla erkekler “düşman kamplar” gibi görürlerdi birbirlerini…

İstanbul Kız Lisesi’nin girişi şimdiki Basın Müzesi’nden sapılan ve çıkışı Nuruosmaniye Caddesi olan bir yerdi. Sokağa sapınca fark ettik. Okulun kapıları zincirlenmişti, ama kızlar camlarda bize bakıyorlardı… Asıl sürprizi ise polis yaptı. Hayatında ilk kez sokak eylemi yapan acemi liselileri tuzağa düşürdüler. Sokağın iki çıkışı da polis tarafından tutulmuştu… Kamyonlarından inen polisler ellerinde copları ağır adımlarla bizi kuşatıyorlardı. “Ne olacak şimdi?” diye soran soranaydı… Ayrıca yürüyüşün baş tarafında bayrak taşıyan arkadaşlar gözaltına alınmıştı. Biz acemiydik… Çok doğal… Ama polis de ilk kez lise eylemi görüyordu ve onlar da kendilerine göre acemiydiler. “Herkes yere çöksün…” komutu vererek zaman kazanmaya ve düşünmeye çalışıyordum.

Bir Baş komiser, “Çıkıp dağılın… Bir şey yapmayacağız…” diye seslendi… Yere çömelmiş vaziyette arkadaşların arasında gezinerek, çemberi yarıp çıkıyoruz, yolda toplanıyoruz…” demeye başladım. Çemberlitaş tarafında toplanmaya başladık. Ancak sayımız azalmıştı. Polis kuşatması ister istemez korkutmuştu bazı arkadaşlarımızı… Bir arkadaştan TÖS’e gitmesini ve bayrak taşıyan arkadaşlarımızın gözaltına alındığını bildirmesini istedim.

Bu kez kalanlarla önce Sultanahmet Ticaret Lisesi’ne sonra da Sultanahmet Sanat Okulu’na gittik… Sloganlar attık, bize katılmaya davet ettik. İlk günkü boykot ve eylem burada bitti.

Ertesi sabah Hürriyet gazetesi manşetten haber yapmıştı Liselilerin boykotunu. Yürüyüş fotoğrafında bizler de vardık… Yani okuldan sorulduğunda kaçacak yer kalmamıştı. Ama olsun, bunu pek düşünen ve konuşan yoktu.

İkinci gün, Vefa Lisesi ile Fatih Kız Lisesi’ne gitmeye karar verdik. Biz gidene kadar Vefa Lisesi müdürü okulu boşaltmış, kimseyi bulamadık. Bize katılmasalar da okul kendi boykotunu yapıyordu.

İkinci hedef Fatih Kız Lisesi’ne geldiğimizde okulun hem kapılarını hem de bahçe kapılarını zincirli bulduk. Kızlar sesimize camlara çıktılar. Ama peşimizdeki polis ekipleri bu kez daha hazırlıklıydılar. Copları ellerinde üstümüze gelmeye başladıklarında biz de İstiklal Marşı’nı söylemeye başladık. Marşla birlikte polisler de esas duruşa geçip durdular. Ama marş bu… Bitti ve “Hücum…”  komutuyla saldırı başladı.

Lisenin önündeki genişçe alan ana baba gününe döndü. Yakaladıkları arkadaşları bir polis otosuna bindiriyorlardı… İşin garibi, yakalanan arkadaşlar, aracın diğer kapısından kaçıyorlardı… Meydanda bir yandan beni kovalayanlardan kaçmaya çalışırken, aracın diğer kapısından kaçan arkadaşlara seviniyordum. Bu komedi çok sürmedi anlaşılan, amirlerden biri fark etmiş ki aracın diğer kapısına bir memur diktiler. Meydandaki kovalamaca yormuştu beni. Her an yakalanabilirdim. Yan sokakların birine saptım. Peşimdeki polis hayli kararlıydı… Ben kaçtıkça peşimden geliyordu. Bu kovalamayı gören ev kadınları pencerelerden bana destek çığlıkları atarken, polise laf sayıyorlardı… Hızını alamayan kadınlar pencere içlerinde büyüttükleri karanfil,  sardunya ve begonya saksılarını peşimdeki polise atmaya başladılar. Saksısı olmayanlar ise su atıyorlardı. Polis de birliğinden fazla uzaklaştığını mı düşündü nedir, peşimi bıraktı.

Boykotun üçüncü günü de eylemli olarak geçti. Hiç birimizde bağırmaktan ses kalmamıştı.

Okula döndüğümüzde İhsan Bey bize kötü, kötü bakıyordu.

Yanına gidip, “Hocam biz size boykottan bir gün önce sorduk… Bize boykot yapmayın demediniz…” dedik.

“Ben size ne dedim, gözlerimin içine bakın ne demek istediğimi anlayın, demedim mi?”

Sınıftaki konu defterini sanki ders yapılmış gibi işlediğini de fark edince ilk siyasi hayal kırıklığımızı yaşadık.

Hayat sürprizleriyle devam edip gidiyordu.

Lisede Bildiri Dağıtanlar Var… Kim ki bunlar?

Devamı var….