Egemenlerin toplumları kutsalları üzerinden yönlendirdikleri tarihi bir gerçektir.
Kutsalların en eskisi ve etkini ise din kurumudur.
Din kurumunun tabulaşmasında egemenlerin iktidar hırslarının etkisi tartışılmayacak denli büyüktür. İnanç, kitlelerin yumuşak karnıdır.
Burada bir başka gerçeklik ise egemenlerin kendilerini kutsallaştırmalarıdır. Eski Mısır’da firavun, Tanrıdır. Hititlerde kral, Fırtına Tanrısı’nın başrahibidir. Katolik kilisesinin (Vatikan) Avrupa’da krallar üzerindeki otoritesini kim inkâr edebilir ki? Kralları aforoz edebilen bir güçtür Vatikan…
Para karşılığı günahları bağışlamak, Cennet vaat etmek Vatikan’ın ilahi becerileri arasındadır. Papa’nın Tanrılaşması…
İslâmiyet’in tarih sahnesine çıkmasından sonra da egemenler din kurumunu ustalıkla kullanmışlardır. Muaviye’nin askerlerinin mızraklarına Kuran sayfaları taktırması en çarpıcı örneklerden biridir.
Şeyh uçmaz mürit uçurur…
“Şeyh uçmaz, mürit uçurur” derler ya… AKP’nin başı Erdoğan da kutsallaştırılan bir isimdir.
“Başbakan bizim için adeta ikinci bir peygamberdir”… “İslâm coğrafyasının halife diye andığı tek lider”… Bu ifadeler müritlerin şeyhlerini nasıl uçurduklarına birkaç örnektir.
Buraya kadar yazdıklarımız, egemen güçler söz konusu olduğunda toplumların yönlendirilmesinde inkâr edilemeyecek gerçeklerdir.
Zurnanın zırt dediği yer…
Cumhuriyet tarihinde dini siyasete alet etmeyi kurumlaştıran anlayış Demokrat Parti ile sahneye çıkmış ve iktidar olmuştur.
1946 seçimlerinde DP’nin aldığı oylar CHP içinde belli bir kesimi harekete geçirmiştir. Tarikat bağlantılı isimlerden Şemsettin Günaltay’ın mealen “Biz de dini kullanalım” anlayışı ilk anda İsmet İnönü tarafından reddedilse de Nihat Erim tarafından ikna edilmiş ve utangaç bir şekilde din kurumu CHP tarafından kullanılmaya başlanmıştır.
Toprak ağalarının tepkisini çeken Köy Enstitüleri etkisizleştirilirken açılan İmam Hatip Okulları ile feodal yapıya ödün verilmiştir.
İmam Hatip Okulları, zaman içinde dini siyasete alet eden kadroların yetiştirildiği “arka bahçe” haline gelecektir. Burada üzerinde durulması gereken, toplumun ihtiyacı olan din görevlilerini yetiştirmekten çok halkın kutsalları üzerinden yönlendirilmesidir.
DP’nin devamı olduğunu söyleyen her parti İmam Hatip Okulu açmakla övünmüştür.
Ancak bu hamleler, DP’den AKP’ye uzanan silsilede CHP’nin “din düşmanı” olarak suçlanmasını önleyememiştir.
Kitleler, bir anlayışın aslı varken taklitlerine, özentilerine itibar etmeyen bir sağduyuya sahiptirler. Maddi ve manevi güç ise kitleler için her zaman bir çekim merkezi olmuştur. Ayrıca bir kişiyi ve/veya bir dönemi suçlayarak mağduru oynamak toplum psikolojisinde her zaman belirleyici olmuştur. Atatürk toplumun bir kesimine “din düşmanı” olarak tanıtılmış ve benimsetilmiştir.
12 Eylül 1980 darbesi din-siyaset ilişkisinde emperyalizmin tırmanma şeridine geçmesidir. Mevcut düzene muhalif sağ ve sol yapılar tasfiye edilirken küresel çetelerin çıkarlarına göre şekillendirilen tarikatlar öne çıkartılmıştır.
“Demokratik Kitle Örgütü” sözünden rahatsız olan emperyalizm “Sivil Toplum Kuruluşu” kavramını dayatmıştır. Tarikatların “Sivil Toplum Kuruluşu” olduğunu söyleyenler, medya üzerinden toplumsal algının genleriyle oynamış ve başarılı olmuşlardır.
İşte burada emperyalizmin müdahil olduğu ülkelerde en gerici kesimlerle yoğun teşriki mesai yaptığı hatırlanmalıdır. Yeter mi? Yetmez tabi…
Aydınlar ve medya emperyalizmin özel ilgi alanına giren sosyoekonomik noktalardır. Nokta atışları yapılarak emperyalizme hizmet edecek işbirlikçi devşirilmiştir.
Yeter mi? Yetmez tabii…
Partiler, sendikalar, vakıflar ve dernekler de bu özel ilgiden ve nokta atışlarından nasiplerini almışlardır.
“Oğlan bizim, kız bizim…”
“Oğlan bizim, kız bizim / Çatlasın kaynanası” der türkü… Emperyalizm de kendi çıkarlarını garantiye almak için salt iktidarın yandaş bir hizmet hareketi olmasıyla yetinmez. İktidar olasılığı olan partilerin de kendi denetiminde olması için elinden geleni ardına koymaz.
Türkünün sözleri artık değiştirilmiştir. “İktidar bizim, muhalefet bizim… Ağlasın halkın anası…”
Sadaka ile kıt kanaat geçinmeye alıştırılmış kitleleri tehdit etmek kolaydır. “Biz gidersek istikrar bozulur…” Balık tutmak yerine dağıtılan balıklara alışanlar için istikrar sadakaların devamıdır. Ne derler, “Yiyen yüz utanır…” Halkta “Bunlar giderse sadaka çeşmesinin suyu kesilir” korkusu bir karabasana dönüştürülmüştür. Açık ve gizli işsizliğin tavan yaptığı bir dönemde sadakanın kesilmesi tam bir kâbustur.
Ama bir söz daha vardır. “Gâvurun ekmeğini yiyen kılıcını sallar...”
Halkı sadakaya muhtaç edenler, küresel efendilerinin kılıcını salamaya var güçleriyle çalışmaktadırlar. Bakınız IŞİD denen cinayet çetesinin beslenme kaynakları…
1994 Yerel Seçimleri Türk siyasi hayatının kırılma noktalarından biridir. Refah Partisi’nin seçimi kazandığı belediyeler bugün Erdoğan’ın temsil ettiği anlayışın çıraklık dönemidir.
Halk kitleleri kutsalları üzerinden ama halkın parasıyla yönlendirilmişlerdir. Sadaka ekonomisinin temelleri bu yıllarda atılmıştır.
Din, siyaset ve iftar…
Halk arasında “On bir ayın sultanı” olarak bilinen Ramazan din-siyaset ilişkisinin tavan yaptığı bir dönem haline gelmiştir.
Refah Partili belediyeler tarafından başlatılan iftar çadırları sadaka ekonomisinin propaganda merkezleri haline getirilmiştir.
Bu uygulama diğer partili belediyeler için görmezden gelinemeyecek bir etkinliktir. Ne güzel bir şirinlik muskasıdır bu.
Önce belediyeler sonra da 2002’den başlayarak AKP iktidarı verdikleri nakdi ve ayni yardımlarla övünmektedirler. İşin ilginç tarafı bu durumu, “Siz halkı sadakaya muhtaç ettiniz… Her geçen gün sadaka ile geçinenler artıyor…” diyen bir muhalif yapı da neredeyse yoktur.
Hangi parti olursa olsun, halkı kutsalları üzerinden yönlendirmenin dayanılmaz albenisi reddedilecek bir şirinlik değildir. İnanç, kitlelerin yumuşak karnıdır demiştik değil mi?
Refah Partisi ile açılan yol diğer partilerin de katılımıyla din-siyaset otobanına dönüşmüştür.
Mevcut egemen yapıya (AKP) “muhalif” olduğunu söyleyenlerin söylem ve eylemleri ise dikkatle üzerinde durulması ve irdelenmesi gereken bir olgudur.
Ramazan aylarının bir başka boyutu ise Erdoğan’ın katıldığı iftar yemeklerinin, tıpkı Cuma namazları gibi bir propaganda platformuma dönüşmesidir. Sahibinin sesi medya ise canlı yayınlarla bu propagandanın evlere servisini yapmaktadır.
Gelinen nokta, “Yok birbirimizden farkımız ama biz Osmanlı Bankasıyız” halidir. Halk ise sadakanın asli sahibi varken taklitçilerine itibar etmemektedir. Taklitçi partilerin medyaları yok denecek mertebede olduğundan hamamda şarkı söyleyerek assolist hayalleri ile avunmaktadırlar. Halk çapraz ateştedir.
Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri on bir ayın sultanı Ramazan’ın ne denli hayırlara vesile olduğunun işaretlerinden biri olarak kayıt düşülecektir. Bu arada SEÇSİS denen hokus pokusun da hakkını yememek lazım…
“Pantolon olmazsa gömlek verelim” misali “Erdoğan olmazsa Ekmelettin verelim!” diyen ABD ise “dört gözle (!) 11 Ağustos’u beklemektedirler. Malum, siyasette görülen hiçbir şey rastlantı değildir, önceden planlanmıştır.