Her milletin tarihinde önemli günler, haftalar ve aylar vardır. Tarihi şeref ve şanla, kahramanlık ve zaferlerle dolu aziz milletimizin anılmaya ve kutlamaya değer sayısız gün ve aylarının yanında bir ay vardır ki bu, kahramanlıkların destanlaştığı, bizi biz yapan, bizi tarih yapan zaferlerimizin ayı ağustostur.
Türklerin Anadolu'daki tarihlerini çok yakından ilgilendiren iki büyük askeri olay, ağustos ayında meydana gelmiştir. Birincisi Anadolu'nun İslamiyet'le şereflenmesini ve Türklere anayurt olmasını sağlayan 1071 Malazgirt Zaferi, ikincisi ise bundan dokuz asır sonra, koyu bir haçlı ve müstemlekecilik zihniyetiyle Anadolu'yu ele geçirmek isteyen düşmanların Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın Büyük Taarruz emri ile 26 Ağustos'ta başlayan ve 30 Ağustos'ta kesin bir yenilgiye uğratılarak ülkemizden kovulmalarıdır. Her iki olay da haklı bir sevinç ve mutlulukla, coşku ile kutlanmaktadır.
Bu hafta köşemi büyük zaferin yıldönümünde övgü dolu sözlerle doldurmak  yerine Yahya Kemal'in Milli Mücadele yıllarında destek ve moral amacıyla İnönü ve Dumlupınar’da destan yazan asker-millet Anadolu çocuklarının istiklal ve bağımsızlık mücadelesine atfen 1921 yılında kaleme aldığı yazımla aynı balığı taşıyan yazısını siz değerli okuyucularım ile paylaşmak istiyorum.
İşte o yazı:
"Fransız okullarında çocuklara şair Alfred de Vigny’nin “Kurdun Ölümü” diye meşhur bir şiiri okutulur. Bu şiiri dinlerken çocukların gözleri dolar, gönüllerinde saf (tertemiz) bir dağ rüzgârı eser. Fikirlerini hürriyet ve istiklâl sevdası alır.
Eski bir hanedanın asalet unvanını taşıdığı gibi, hilkaten de asil olan şair Vigny sakin ,yalnızlığı seven, işi oluruna bırakan ve ahlâka en yüksek tarifini veren,kadim felsefenin Revâkıyye mezhebindendi. 
Kendi yaradılışına tamamıyla uyan bu mezhebin felsefesini hikâye kılıklı küçük bir şiirde canlandırmış.
Şair bu şiirinde bir kurt avındaki serencamını anlatır:
Şair, dostları, birçok asilzadelerle dağlarda bir kurt avına çıkar. Vakit gece, ıssız bir ay aydınlığı var.
Alevlenmiş gibi yanan ayın üzerinden bulutlar geçiyor. Siyah ormanlar ufuklara kadar dayanıyor. Tabiatın böyle tenha bir saatinde avcılar birbiri ardından tüfekleri tetikte, yürüyorlar.
Bir aralık avcıların kurt avlarında en ziyade tecrübelisi yere yatıyor ve yerde taze tırnak izleri görüyor ve avcılara haber veriyor ki bu izler, oradan biraz evvel geçmiş iki kurtla iki yavrusunun izleridir.
Bütün avcılar hemen bıçaklarını hazırlıyorlar, tüfeklerini ve tüfeklerinin beyaz parıltılarını saklıyorlar. Ağaç dallarını ayıraraktan adım adım yürüyorlar, o sıra üç avcı duruyor, şair Vigny de ne gördüklerini aranıyor ve birdenbire karşısında iki alev saçan göz görüyor:
Kurt! Biraz ötede de yavruları ve gölgeleri raksa benzeyen bir kımıldanışla kımıldanıyor. Kurdun yavruları sessiz sessiz oynuyorlar, yavru olmakla beraber bir kurt içgüdüsüyle biliyorlar ki düşmanları olan insanoğlu birkaç adım yakında, pusudadır.
Kurdun dişisi, bu tehlike karşısında, bir zamanlar Roma’nın kurucuları Remus ve Romulus’u emzirdiği için Romalıların taptığı heykel gibi donuk duruyor.
Erkek kurt anlıyor ki bütün yollar kapalı, dönüş yolu kesilmiş, geliyor, ön ayaklarının tırnaklarıyla kumluğa saplanarak çömeliyor, üzerine atılan köpeklerin en ziyade cüretkârca saldıranını seçiyor, o köpeğin gırtlağına dişlerinin bütün şiddetiyle sarılıyor, avcılar üstüne aralıksız ateş ediyorlar, vücudunu delik deşik bir hâle sokuyorlar, bıçaklarını böğrüne üşürüyorlar.
Lâkin kurt, demir gibi çene kemiklerini çözmüyor, köpeği bırakmıyor, nihayet köpeği gebertiyor.
Kurt, etine, kabzasına kadar saplı duran bıçaklarla çömelmiş kanlar içinde avcılara bir bakıyor. Avcılar tüfekleri tetikte, etrafını sarıyorlar.
Kurt ağzından akan kanları diliyle yalıyor, avcılara bir defa daha bakıyor. Nihayet nasıl öldürüldüğünü bilmeye tenezzül etmeksizin  iri gözlerini kapıyor ve hiçbir ses çıkarmadan ölüyor.
Şair Vigny, bu maceradan sonra başını tüfeğinin namlusuna dayıyor, dişi kurtla yavrularının peşinden koşmaya karar veremiyor ve diyor ki:
“Eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dul, erkeğini bu büyük imtihan karşısında yalnız bırakmazdı!”
“Lâkin bir vazifesi vardı, o iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeyi ve şehirlerde bir lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukabil insanın önünde av avlayan zelil hayvanların insanla akdettiği ittifaknameye hiçbir zaman dâhil olmamayı öğretmekti.”
Şair Vigny hikâyesinin bu noktasında kalmıyor ve felsefesinin bir cezbesiyle şiirini bitiriyor, diyor ki:
“Hayattan ve bütün ıztıraplardan nasıl feragat edilir? Ey ulvî hayvanlar, yalnız siz biliyorsunuz!”
Yeryüzünde ne olduğumuzu ve arkamızdan ne bıraktığımızı bir kere iyice hesap ettikten sonra anlaşılır ki “ulvî olan ancak sükûttur, gerisi boştur.”
Şair, kurdun o son bakışında ne demek istediğini anlıyor. Asil hayvan, o son bakışıyla demek istiyor ki:
“İnlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi zillettir.Kaderinin seni sevk ettiği yolda uzun ve ağır vazifeni dişini sıkarak ifa et! Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıstırap çek ve öl!”
Bu kurt hikâyesi kaç defa beni derin derin düşündürdü.
Zannettim ki şair Vigny “bizi”, bizim maceramızı anlatmış!
O erkek kurt, ölen ordudur; o dişi kurt, anne Anadolu’dur; o kurdun yavruları İnönü ve Dumlupınar çocuklarıdır ki dul annelerinden aldıkları dersi tekrar ediyorlar:
'Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl!' Yahya Kemal Beyatlı "
O yıllarda fîkrî, manevî büyük hizmet gören bu yazılarını Mustafa Kemâl de okumuş, hattâ bu yazısını kesip saklamış, daha sonra Yahya Kemâl’i Bursa’dan alıp Ankara’ya götürdüğünde kupürleri dolabından çıkarıp göstermiştir.
*     *     *
Son yıllarda özellikle bir güruh tarafından başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere,silah arkadaşlarına yapılan çirkin ve ayıplı hakaretleri büyük bir esefle izlemek ve dinlemek zorunda kalıyorum. Halbuki Türk’ün, Batı emperyalizmi karşısında iki yüz yıl süren ve makûs talihi hâline gelen, geri çekilme ve yenilgisini durduran Mustafa Kemal’e yapılan saygısızlık ve hakaretler içimi acıtsa da, tarih hakikattir. O hakikat ABD'li tarihçi Prof.Dr. Justin McCarthy’in ifadesiyle “Atatürk sadece ülkeyi kurtarmamıştır. Aynı zamanda ulusun, açık anlatımıyla Anadolu’daki Türk varlığının yok olmasını da engellemiştir. (…) Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan’da olurdu ama Trakya ve Anadolu’da kalmazdı. 100 yılda tüm büyük civar coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya Ovası’ndan sürülmeleri ne kadar sürerdi sanıyorsunuz? (…) Ne Türk ne Türkiye kalırdı. Atatürk sadece Türkiye’yi kurtarmadı aynı zamanda Türk neslini de kurtardı.” 
Canınız ister saygı duymak istesin, ister saygı duymak istemesin Atatürk ve silah arkadaşlarına bir minnet borcunuz var. Türk’e ölümü değil yaşamayı bahşetmek için diyar diyar, cephe cephe gezen kahramanlara minnet, Türkiye’yi yaşanabilir bir ülke kılmakla ödenir.
Bu vesile ile 30 Ağustos 1922’deki Büyük Zafer’le İzmir’e yürüyen Mehmetçiği, Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı, büyük zaferin değerli paşalarını, aziz şehitlerimiz ile gazilerimizi ve bütün Milli Mücadele neslini derin bir saygıyla, şükranla, rahmetle anıyorum.
En güzel günler sizlerin olsun.