Murat Bardakçı “Konya’daki Protokol Kazası” adlı yazısında seneler önce Abdülbaki Gölpınarlı’dan dinlediği bir tekke fıkrasını yazmış.
Fıkranın benim bildiğin hâli çok daha kısa ve tam bir fıkra idi. Bardakçı’nın yazdığı ise adeta bir kısa öykü olmuş. Ama bence önemli olan bu konu değil.
Egemen güçler tarihin her döneminde kitleleri kutsalları üzerinden denetleyerek yönetmiş ve yönlendirmişlerdir. Anadolu halkı ise kendisine dayatılan tırnak içinde kutsallara o engin mizah anlayışıyla karşı durmuştur.
Umarım fıkra sizin de hoşunuza gider.
“Anadolu’nun ücra bir yerindeki tekkenin genç dervişi olmayacak bir iş etmiş, artık dergâhta kalmasına imkân görülmemiş ve şeyh efendi dervişe “seyyah vermek” zorunda kalmış. Yani ayakkabılarının burnunu dışarıya doğru çevirip “Haydi, yallah” demişler.
Derviş ettiğine pişman ama çaresiz! Bir-iki parça eşyasını toplamış, birkaç günlük yiyeceğini de vermişler ve derviş özür dileyip duasını almak için şeyhin huzuruna çıkmış...
Şeyh efendi merhametli imiş; tekke ücra bir yerde olduğu için dervişin yollarda büyük zahmetler çekeceğini düşünmüş ve “Ahırdaki eşeklerden birini al, onunla git” demiş. Derviş teşekkürler etmiş, eşiği öpüp çıkmış ve ihsan edilen eşekle yollara düşmüş...
Günlerce gitmiş, gitmiş, gitmiş, bir akşam karanlığın basmasından sonra bir köyün yakınına gelmiş ama altındaki eşek tam o sırada pattadanak düşüp ölüvermiş!
Derviş öyle saf falan değil, gözü açık bir gençmiş. Mehtabın altında sabaha kadar mezar kazıp eşeği gömmüş, güneş doğunca da mezarın başında “Âââh efendi hazretleri! Mürşidsiz kalan dervişin şimdi ne yapacak?” diye ağlayıp dövünmeye başlamış...
Erken saatte tarlaya giden köylüler taze kazılmış mezarın başında feryad-figan ağlayan dervişi görünce yanına gidip vefat edenin kim olduğunu sormuşlar... Derviş “Pîrim ‘Kulaklı Baba’ Hazretleri” demiş ve Kulaklı Baba’nın kerametlerini sıralamış...
Köy hâli-vakti yerinde, zengince bir yermiş... Dervişe birkaç gün kap, kap yemekler göndermiş ve kabri ziyarete başlamışlar. Önce mezarın etrafına diktikleri kazıklara bez, çaput vesaire bağlamışlar, geceleri mumlar yakılmış, birkaç ay sonra bir türbe inşa edilmiş, türbenin yanına da zamanla bir tekke yapılmış ve tekkeden kovulan genç derviş şeyh postuna oturup müridlerini irşâda başlamış...
Yeni şeyh efendinin şânı zamanla almış yürümüş; kerametleri, vesairesi etrafta anlatılır olmuş. Şöhreti uzun zaman önce kapı dışarı edildiği tekkenin şeyhinin kulağına da gitmiş, yaşlı şeyh “Şu efendi hazretleri ile bir de ben teşerrüf edeyim” deyip dervişleri ile beraber yola çıkmış.
TANTANALI KARŞILAMA
Eski efendisinin kendisini ziyarete geldiğini haber alan Kulaklı Baba Şeyhi misafirini önceden karşılayabilmek için dervişleri ile beraber yollara düşmüş ve yolda bir yerde karşılaşmışlar. Selâmlaşmalardan ve “Estağfirullah”, “Destûûûr”, “Hûûû” gibi karşılıklı sözlerden sonra yaşlı şeyh genç şeyhin çehresine dikkati şekilde bakmış, “Efendi hazretleri, gözüm sizi bir yerlerden ısırıyor gibi... Acaba daha önce teşerrüf etmiş mi idik?” diye sormuş.
Genç şeyh misafiri olan yaşlı şeyhin kulağına eğilmiş ve “Efendimiz” demiş... “Hani seneler önce bir halt ettiği için papuçlarını ters çevirip seyyah verdiğiniz bir dervişiniz vardı ya, o edepsiz işte benim! Türbede yatan ‘Kulaklı Baba’ hazretleri de tâââ o zaman lûtfettiğiniz eşek!”.
Yaşlı şeyh dikkatle dinledikten sonra genç şeyhin kulağına eğilip fısıldamış: “Mâdem ki dürüst davrandın, ben de sana bir sır vereyim: Hani senin o ‘Kulaklı Baba’ hazretleri var ya; onun büyükbabası da benim tekkedeki türbede yatıyor!”...”