(Optimism, Pessimism, Realism)

Değerli okuyucularım. Mesleki yaşamda 40 yılı geride bırakmış birisi olarak, aktif siyasetçi değilim ama, bu ülkenin bir aydını olarak ülke gündemini, sorunlarını, ekonomik, kültürel ve toplumsal gelişmelerini bir aydın sorumluluğuyla aktif olarak izlemeye çalışıyorum. Çevremdeki insanlarla ülke sorunlarını tartışırken onların çok iyimser olduklarını görüyorum. O zaman kendi kendime soruyorum. Acaba ben çok mu kötümserim? Oysa üçüncü bir yol olan gerçekçiliği tercih edeyim diyorum.

Bu yazıda ülkemizin gündemini bu üç kavram bağlamında ele almak istiyorum. Bu itibarla da J.Harris’in bir sözünü hatırlatarak başlamak istiyorum: “Kötümser yalnız tüneli görür, iyimser tünelin sonundaki ışığı görür, gerçekçi tünelle birlikte ışığı ve de gelecek treni görür.”

Geçenlerde TBMM’deki 2011 yılı bütçe görüşmelerini izlerken hükümet sözcülerinin son derece iyimser bir tablo çizdiklerine şahit olduk. Ülkemizin Dünya’nın en büyük 20 ekonomisi arasında 16’ıncı sıraya yükseldiği söylendi. Fert başına düşen milli gelirimizin arttığı söylendi. Yolsuzlukların ortadan kalktığı vurgulandı. Küresel krizin burnumuz kanamadan atlatıldığı söylendi. Ekonomik büyümede yeniden yükselişe geçtiğimiz belirtildi. Velhasıl her şey güllük gülistanlık bir tablo. Ülkesini seven kim ? bunlara sevinmez. İyi ama ülkedeki gelişmelere baktığınızda böyle iyimser olmak mümkün mü?

Doğrusu ben pek iyimser olamıyorum. Niye mi? Şu son günlerde yaşananlara bir bakalım. Her şey ne kadar iyi derseniz deyin. Ülke resmen bölünüyor. İnsanlar belli bölgeyi resmen böldüler. Araya bilmiyorum sınır çekmeye gerek var mı? Kendi yönetimini kurdular. Siz bağırsanız da çağırsanız da biz böldük diyorlar. Fiilen Sevr gerçekleşti.  Oysa dedelerimiz Sevr denen o kağıt parçasını emperyalist güçlerin suratına atmak için canlarını verdiler. Onca şehidin kemikleri sızlıyordur. Tüm bu gelişmelere karşın ülkeyi yönetenlerden ciddi bir ses çıkmıyor. Tek başına bu durum kötümser olmaya yetiyor. Acaba Yugoslavya mı oluyoruz? diye içimi bir korku sardı.

Ülkemizin saygın bir hukukçusu, eski Yargıtay başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk yeni bir anayasa yapılması gerektiğini vurguluyor. 12 Eylül referandumunda neye oy verdiğini bilmeyen insanların oylarıyla sonuç alındığını söylüyor. Yeni anayasaya kamu oyunun sahip çıkması gerektiğini, geniş bir uzlaşma ile yeni anayasanın yapılmasının zorunlu hale geldiğini belirtiyor. En çarpıcı olan cümlesi de “Ben böyle bir Türkiye’de artık yaşamak istemiyorum” diyor. Bunları söyleyen saygın bir Anayasa Hukukçusu. Ülkede Batı ölçütlerinde bir demokrasiden söz ediliyor. Ama insanların hukuka olan inancı kalmamış. Artık konuşmaya korkuyorsunuz. Resmen bir korku imparatorluğu oluşmuş. Gel de kötümser olma.

Daha dün bir üniversitemizde gençler bir şeyler söylemek istiyor. Sizin ne haddinize diyenlere “Bu Cumhuriyet’i Atatürk bize emanet” diyecek olduklarında ağızlarının paylarını alıyorlar. Güvenlik görevlilerine talimat yağdırılıyor. “Sizleri üniversiteden atarım ha!” Tehdidi savruluyor. Sevgili genç!... onlar bize bu görevi Atatürk verdi diyenleri sevmezler. Görevlerini okyanus ötesinden alanları baş tacı ederler.  İşte üniversite bu halde. Hadi gelin iyimser olun.

Yine bu sabah Erkan Tan’ın sabah programında değerli hocam Sayın Tunca Toskay’ı dinledim. Ülkeyi baştan sona ihya ettik diyenlere hoca şu soruyu sordu: İktidar sekiz yıldır İskenderun Demir Çelik gibi Ereğli Demir Çelik gibi, GAP gibi şöyle baba bir tesis kazandırdığını söyleyebiliyor mu? Dedi. Şimdi biraz gerçekçi olalım. Geçmiş iktidarları şöyle bir hatırlayalım. Ben çocuk olduğumdan hatırlamıyorum ama, rahmetli Menderes o kadar güzel şeyler yapmış ki, köylü onu hala unutamıyor. Tarlalarda traktör sesleri yükselmeye başlamış. Hani bir dönem çok eleştirilirdi. Kara lastik. İyi de köylü çarık bulamazken o lastik ayakkabıya kavuşmuş. Sayın Demirel’in hemen tüm dönemlerine yetişkin olarak şahit oldum. Bu ülkenin her karışında hala onun eserleri var. Hem de hepsi baba eserler. Rahmetli Özal, bir ekol. Ülkede resmen bir çığır açtı. Otoyollar onun eseri. Hele şu iletişim teknolojisi. 70’li yılların sonunda Ankara Kızılay postanesinden komşu ildeki babama telefon açmak için beş saat beklemiş, yine de konuşamamıştım.

Yine Rahmetli Ecevit. Zor dönemlerin Başbakanı oldu. Ama, izlediği dış politika sayesinde ABD’nin kuklası olmadık. Tabi rahmetli Ecevit pek İngilizce’si olmadığından öyle “Wan minute!...resti çekemedi ama, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ABD’ye en büyük üç resti çekti. Ne zaman mı? Kıbrıs’a asker çıkartamazsın dediler. O Ayşe’yi tatile çıkardı. Haşhaş ekmeyeceksin dediler. O, hayır ekeceğim dedi. Filistin davasını O, istismar etmedi. Gitti. Yaser Arafat’ı kucakladı. Sonra ne oldu. İç politikada kendini bitirdi. Ama, ülkenin onurunu beş paralık etmedi. Son yürüttüğü koalisyon hükümeti bugün övünerek söylenen mali sistemi ve bankacılık sistemini kurdu. Sonunda kendisi de, koalisyon ortağı olduğu partiler de zarar gördü. Ama küresel krizi bu ülke en az zararla atlattı.

Bu ülkede taş üstüne taş koyan herkese sevgi, saygı ve minnet duymak bir vatandaşlık borcudur. Gerçekçilik de budur. Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmek gerekir. 

İnkar etmeyelim. Mevcut iktidar duble yollarda, hızlı terende oldukça başarılı. Ama bunlar koskoca sekiz yıl için yeterli mi? Buna olumlu cevap vermek biraz zor. Yaşamakta olduğum Tokat İlimizde son sekiz yılda yeni bir sanayi tesisi ne yazık ki açılmamış. Aksine binlerce insanın ekmek parası kazandığı Tekel yaprak tütün ve sigara fabrikası kapatılmış, bu yöre için önemli istihdam yaratan bazı tekstil ve meşrubat fabrikaları kapatılmış.

Bilmem karar verdim. Ben ne iyimser olacağım ne de kötümser. Gerçekçi olmaya gayret edeceğim. Zira bardak ne tam dolu, ne de tam boş. Gerçekte bardak yarım.