Yıllardır, Ülkemin, Ortadoğu ve Arap Kültürü cenderesinden kurtulup, Avrupalı olması hayaliyle yaşadım.

Yıllardır, Ülkem için, “Avrupalı olmanın, tek kurtuluş yolu olduğuna” inandım, bunu savundum. Kendi çapımda (yıllarca) bunun uğraşını, bunun kavgasını verdim.

da Avrupalı olmanın, Avrupalı gibi yaşamanın gereğine ve önemine inanıyorum.

Ama bugünlerde bir şeye daha inanıyorum.

İstekleri bitmek tükenmek bilmeyen Avrupalı dostlarımız(!), (pek umudum yok ama) bizi bir şekilde aralarına alabilirler. Ancak bilelim ki; bunun bedeli çok ama çok ağır olacak. Biz bu bedeli ödeyemeyiz.

Kimse lafı eveleyip, gevelemesin. Kimse çalkalamasın. İçi boş tümcelerle, kimse kimseyi aldatmaya kalkmasın.

Aklımızı başımıza devşirelim.

Yani?

Yani, “Avrupa Birliğine dahil olma” ütopyasını, unutup; Birliğe dahil olmadan, Avrupalı gibi uygarlaşmanın yol ve yöntemlerini arayıp bulalım.

Aksi halde sonumuz, aşağıda anlattığım Efe’nin sonu gibi olacak

* * *

Öykü bu ya; vaktiyle Ege’nin bir yöresinde, tüm çevresine korku salmış, astığı astık, kestiği kestik, taş kalpli, namlı bir efe varmış.

Boylu poslu, yakışıklı, filinta gibi bir efeymiş. Ama işini ve namını sekteye uğratır endişesiyle, hiçbir hatun kişiye bakmaz, hatunlara hep uzak dururmuş.

Gel zaman git zaman, bizim Efe şeytana uymuş; o güne kadar duymazdan, bilmezden geldiği; ama bir yandan da için için merak ettiği, güzelliği dillere destan Rum kızını görmek için bir gece yarısı, yalnız başına kente inmiş.

Varlıklı bir evgilin (aile) tek kızı olan güzeller güzeli Rum kızının evine varıp, kapıyı çalmış.

Evin uşakları namlı Efe’yi görünce, korkudan tir tir titreyerek, koşup beylerine (kızın babasına) haber vermişler.

Kızın babası da korkudan içeri almak zorunda kalmış Efe’yi.

Sofra kurdurmuş, o gece evinde konuk etmiş.

Bu arada Efe de varsıl Rum’un, güzel ve işveli kızını görme muradına erişmiş. Ama görür görmez de feleği şaşmış. Korktuğu şey başına gelmiş, taş kalbi yumuşamış. Yumuşadığı için de eve ve evdekilere ilişmeden, sabahın kör karanlığında, sessizce evden ayrılıp; kaçarcasına dağlara, yuvasına dönmüş.

Ama bizim Efe, bildiğimiz efe olmaktan çıkmış, çarpıldığı Rum kızından başka bir şey düşünemez, nereye baksa, güzeller güzeli Rum kızını görür hale gelmiş.

Giderek, kızanlarıyla da ilgilenemez, soygunlara da eskisi gibi iştahla ve arzuyla katılamaz olmuş.

Sonunda aklını başından alan, gece düşlerinden hiç çıkmayan bu kızı, babasından istemeye karar vermiş. Öyle ya; kızın babası varsıl... Eğer o eve kapıyı atarsa, hayatı değişecek; dağın pisliğinden, börtü böceğinden, her an namlunun ucundan olmaktan kurtulacak...

Kente inip, kızı babasından istemiş.

İstemiş ama babasının da koşulları var. Rum baba “... madem benim damadım olacaksın; o zaman bizim gibi kültürlü ve uygar olmak zorundasın. Senden, bıyıklarını kesmeni, dağda altı ay süreyle bu halde efelik yapmanı istiyorum. Bu birinci koşulum. Bundan başka iki koşulum daha olacak. Onları daha sonra, yeri geldiği zaman söyleyeceğim” demiş.

Bizim Efe celallenmiş. Yağmış, gürlemiş, adamın yakasına yapışıp; “bıyıksız efe mi olur lan dürzü!...” demiş. “Bıyıksız Efe’yi kim takar...”

Ama adam kararlı mı kararlı, (kozları eline geçirmiş bir kere) Nuh diyor, peygamber demiyor.

Efe, bir ara kızı kaçırmayı düşünmüş ama kız, ailesine son derece bağlı, babasının sözünden çıkmıyor. Çaresiz kesmiş bıyıkları, çıkmış dağa...

Kızanları, Efe’nin bıyıksız halini görünce gülme krizine girmişler.

Demişler ki; “Efe bu ne hal?...”

Efe, ağlamaklı olanı biteni anlatmış ama kızanlarının anlaması, algılaması mümkün değil ki... Boş boş bakmışlar Efe’ye...

Efe altı ayı zor etmiş. Altı ayın sonunda inmiş kente, dayanmış kapıya.

Kızın babası; “tamam” demiş. “Niyetinin ciddi olduğunu anladım. Ancak, şimdi de kızım için çeyiz düzmen gerek. Dağdaki sana ve adamlarına ait tüm altınları getirip bana vereceksin. Damadım olunca, nasıl olsa tüm mal varlığım senin olacak...”

Efe çaresiz tekrar dağa dönmüş. Kızanlarına durumu anlatmış. Onların elindeki altınları “borcum borç” deyip almış. Sözünde duracağının kanıtı olarak da aile yadigârı tüfeğini, fişekliğini, barutluğunu, tabancasını, kasaturasını vermiş kızanlarına.

Kente inip, altınları, kızın babasına teslim etmiş.

“Bi dakikaaa...” demiş, kızın babası; “nikâh olmadan seni bu eve sokmam. Söz yüzüğü takma töreni, altı ay sonra. O güne kadar, benim bahçıvan Yorgo’nun kulübesinde kalacaksın.”

Efe ona da boyun eğip, çam yarması bahçıvan Yorgo’yla birlikte altı ay, aynı kulübede kalmış.

Altıncı ayın sonunda Efe, kızın babasının evine (yine) dayanmış; “hadi” demiş, “söz yüzüklerini takalım artık.”

Adam; “Önümüzdeki hafta, kentin tüm ileri gelenlerine, bir şölen vereceğim. O toplantıya sen de katılacaksın ve herkesin önünde kızımı benden isteyeceksin. Ben kimseye ‘kızını korkudan verdi’ dedirtmem...” demiş ve eklemiş; “ Sen dağda yaşamaktan, insan içine pek çıkmamışsın. Oturmayı, kalkmayı, yürümeyi, yemek yemeyi bile bilmiyorsun. Bizim kız seni biraz eğitsin, sana biraz adap erkan öğretsin de tören günü mahcup olmayalım...”

Bu son koşul Efe’ye, hepsinden ağır gelmiş ama yapacak da başka bir şey yok. Kızdan vazgeçse, dağa çıkacak yüzü yok. Karizma yerlerde. Dağdaki alacaklılar sırada. Çaresiz, son koşulu da kabul edip, çok zoruna da gitse, sevdiği kızdan; yemek yeme, yürüme, kibar konuşma, diz çöküp ilan-ı aşk etme dersleri almış.

Sonuçta o gün gelmiş çatmış. Kentin ve civarın tüm ileri gelenleri, Efe’nin dağdaki tüm arkadaşları, hepsi orada.

Efe salona girer girmez, çağrılıların gözleri yuvalarından fırlamış... Bizim Efe, kentliler gibi giyinmiş, papyonları takmış, kokuları sürünmüş, saçları limonla kalıplamış, salına salına yürüyor.

Efe tüm konukların gözü önünde, ‘Kuşum Aydın’ gibi yürüyerek kızın babasının önüne gelmiş; “Efendim, ben ……Efe olarak, tüm konukların huzurunda ve tanıklığında, kızınız Eftalya’ya talibim” demiş.

Kızın babası bir elinde viski bardağı, bir elinde puro, durduğu yerde şöyle bir yekinmiş, Efe’nin gözlerinin içine baka baka; “BENİM İBNEYE VERİLECEK KIZIM YOK!...” deyip, dönmüş arkasını, yürüyüp gitmiş.”

… …

Korkarım ki, biz de“AB yolunda galiba, Efe(!) gibi olacağız”…