Bazı sözler kör, sapsız bir bıçak gibi saplanır aklınıza. Kalp kanamalı bir fikirle bakakalırsınız olan bitene… Üç örnekle girelim söze…

Birincisi… “Deniz Bey (Baykal) zamanında milliyetçiydik… Kılıçdaroğlu geldi sosyal demokrat olduk…”

Bu sözün neresini düzeltirsiniz? Ne milliyetçiliğin, ne de sosyal demokrasinin tarihi gelişimi karşısında sıfır bilginin nişanesi bir ifade. Tanzimat’tan beri Batı’nın reçetelerini tercüme ederek, sebep-sonuç ilişkisini görmezden gelerek yaşadığımız trajedidir. Bu trajedinin farkına varan ise Mustafa Kemal olmuştur. Türk milletiyle birlikte gerçekleştirdiği devrim, somut şartların somut tahlilinin kanıtıdır.

Bu konuyu en geniş anlamda her ilgili kesimde tartışmak gerekir. Tarihe şaşı bakanlar hayatı ıskalamaya mecburdurlar.

İkincisi… Türkiye’nin yaşadığı karşıdevrim kuşatmasından çıkışın ve bölünme tehdidinin savuşturulmasının işçi sınıfı (sendikalar),  örgütlü kamu çalışanları (memur sendikaları) önderliğinde yoksul köylülük, esnaf ve milli burjuvazinin katılımıyla tam bağımsız Türkiye şiarına ulaşılabileceğini söylemeye çalıştığımız bir sohbette aklımıza bıçak gibi saplanan o söz… “İşçi sınıfımız daha yeterince olgunlaşmadı…”

Toplumların yaşadığı süreçler sanki dalında elma, kızaracak ya da şeftali güneşte ballanacak. Bunu söylerken, her toplumun yaşadığı dönemden etkilenmediğini ifade etmek istemiyorum elbette, her toplumsal süreç iç ve dış olgulardan etkilenmiştir ve bundan sonra da öyle olacaktır.

Aklımız saplanan bıçağın acısıyla kanarken, “İşçi sınıfımız ve Türk toplumu, AB’den gelen birileri tarafından mı olgunlaştırılacak? Bu olgunlaşma veya olgunlaştırılma Irak’a demokrasi getiren ABD işgali gibi bir şey mi yoksa?” demiştik.

Çağdaş dünyada toplumsal ilerlemede burjuvazinin lokomotif özelliği çoktan tarihe karıştığından biricik itici güç emek dünyasıdır. Bu gerçeği emekten yana olduğunu söyleyen parti ve sendikalardan daha iyi kavrayan emperyalizm ulus devleti ve Kemalist devrimi savunacak toplumsal güçlerin başlarına çuval geçirerek kaçınılmaz gelişmeyi ötelemeye çalışmaktadır.

Bu konu da Türkiye’nin gündemine getirilip tartışılması gereken önem ve değerde bir ana başlıktır. Lokomotifi tren katarının arkasına koyarak yol almak aklın doğasına aykırıdır.

Üçüncüsü… Kanaat önderi pozlarında gezen biri çevre sorunlarında Atatürkçülerin de konuşması gerektiğini anlatırken sözü HES karşıtı eylemlere getirerek, “HES’ler karşı çıkılır mı? HES ne demek? Hidroelektrik santral… Siz o zaman Atatürk Barajına da, Keban Barajına da karşı mı çıkacaksınız” derken bir bıçak daha saplanacaktır aklıma…

Demagojinin böylesi, her “kanaat önderi”ne nasip olmaz!

Türkiye 12 Eylül 2010 referandumu ve onun peşi sıra gelen 12 Haziran 2011 genel seçimleriyle Yasama, Yürütme, Yargı erklerinin tek elde toplandığı tek adam diktatörlüğüne dönüşmüştür. Genel seçimler öncesi iktidarın çıkarttığı Kanun Hükmümde Kararname Yasası “Kanunsuz Hükmetme Kararnamesi”ne dönüşmüştür.

12 Eylül 2011’de yüksek yargı üzerinde her türlü müdahaleyi elde eden iktidar KHK Yasası ile TBMM’sini de devreden çıkarmıştır. Artık uzaktan kumanda ile parmak kaldıracak atana vekillere de muhtaç değildir. Eş Başkan’ın her sözü kanun hükmündedir. Yazdır istediğini imzalat Bakan olduğunu haberlerde öğrenen atanmışlara.  Bu durum, karşıdevrimin zafer tamtamları çalmasıdır.

Muhalefet mi, dediniz?  Kaset tertipleriyle dilini yutmuş, içinden tirelenip dönüştürülmüş bir haldedir ki majestelerinin muhalefeti kadar bile gündem belirleyemez haldedir. Medya, dördüncü kuvvet, ise mütareke matbuatına rahmet aratacak kertede sahibinin sesidir.

Bu toz duman içinde Milli Eğitim Bakanlığı Teşkilat Yasası'nda KHK çerçevesinde  bir değişiklik yapılarak,  Bakanlığın görevleri arasında yer alan "Atatürk İlke ve İnkılâplarına Bağlı Öğrenci Yetiştirme ve Cumhuriyet'in Niteliklerini Benimsetme" maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.

Yeter mi? Yetmez elbette…  İlköğretim öğretmenlerinin, kılavuz kitaplarından Atatürk resmi, Gençliğe Hitabe ve en önemli olarak da İstiklal Marşı da çıkarılmıştır.

Karşıdevrimin zafer tamtamları çalması ifademiz bu yüzdendir. Köpeksiz köyde değneksiz gezmek diyen atalarımızı ananın zamanıdır.

HES denilen uygulamaya uzun zamandır direnen Karadeniz Bölgesi’nde yaşananlara bakalım.

Trabzon’un Çaykara ilçesinde, Derebaşı mevkiinde yaptırılan hidroelektrik santralini istemeyen bölge halkı mahkemeye başvurmuş, Mahkeme, inşaatın durdurulmasına karar vermiştir.

Hukuk anlayışını yukarıda anlatmaya çalıştığımız iktidar, mahkeme kararını görmezden gelmiş ve inşaata izin vermiştir.

İşine gelmeyen her mahkeme kararını görmezden gelerek hukuku çiğneyen iktidara karşı yöre halk kendi hukukunu korumak için şantiyeyi basmış, HES çalışanları ile çıkan tartışmaya jandarma müdahale etmiştir. Olay yerine gelen jandarma ekipleri yöre halkından altı kişiyi ve birkaç şirket çalışanını gözaltına alınmış ve Of-Çaykara yolunu HES şirketi çalışanlarını korumak için trafiğe kapatılmıştır. Gerisi, çatışma, gözaltı, tutuklama…

Mahkeme kararı ile durdurulan HES’e karşı bölgede yaşananlar işbirlikçi medya tarafından toplumdan saklanmaktadır.

Son genel seçimlerde AKP’ye %60 oy veren bir bölge, görüntüde jandarma ile çatışıyor gibi görünse de iktidarın hukuksuzluğuna karşı direnmektedir. Halk ile HES arasına barikat kuran jandarma kimseye hedef şaşırtmasın… Barikatın asli sahibi hukuku görmezden gelen iktidardır.

İşte burada İbni Haldun, “Halkın, yöneticilerin zorbaca yönetimlerine katlanması, onlardaki cesaret, kuvvet ve izzeti bozar” sözü hatırlanmalıdır.

Burada yapılması gereken, halkın her haklı direnişine demokratik yöntemlerle destek vermektir. Bu görev ise “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh ise bütün vatandır” anlayışıyla yürüyenlere düşmektedir. “HES’lere karşı çıkmak hidroelektrik santraline karşı çıkmaktır…” diyen tırnak içinde kanaat önderlerine değil… “Toplum daha olgunlaşmadı” diyerek olan biteni seyredenlere değil…