Ülkemizde fotoğrafçılık ve baskı tekniği ilerledikçe; hiç bilmediğimiz, görmediğimiz, hepsi birbirinden değerli ve anlamlı, yeni yeni tarihi fotoğraflar sürülmeye başlandı piyasaya.

Bu tür fotoğraflar içerisinde, özellikle “Atatürk dönemiyle ilgili” fotoğraflar, çok etkiliyor beni.

Bir tarihte, cumhuriyet öncesi yıllarda görüntülenmiş, “Atatürk ve Ankara” adlı, fotoğraf sergisini gezmiştim Ankara’da.

O yoklukta, o sefalette, o cahil insan kadrosuyla ve o koşullarda, meğer ne büyük işler başarılmış. Ve bizler, nasıl bir mirasın üzerine konmuşuz. (da ayırdında değilmişiz meğer.)

Bu sergiyi gezip de duygulanmamak, etkilenmemek mümkün değildi…

Nitekim ben de gözlerim yaşararak çıkmıştım o sergiden.

Yokluklar, sıkıntılar içersinde, nasıl da yükselmiş, nasıl da mesafe kaydetmişiz...

Ama öyle konular da var ki; işte o konularda da (özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra) tepe taklak inişe geçmişiz....

Hepsi birbirinde şık, hepsi birbirinden zarif, hepsi birbirinden modern giysiler içersindeki hanımefendilerin ve beyefendilerin o tarihlerdeki fotoğraflarını görünce; 21. Yüzyılda, giderek artan sıkmabaşları, kara çarşaflıları anımsayıp, bugün yaşadığımız tüm sorunların miladının; Atatürk’ün ölüm tarihi olan “10 Kasım 1938 tarihi” olduğuna kanaat getiriyorsunuz.

… …

Sergideki fotoğrafların tümünden, çok etkilenmiştim.

Her bir fotoğrafın, her bir karesi çok şey çağrıştırmıştı belleğimde… Şimşekler çaktırmış, fırtınalar koparmıştı gönlümde.

Ama iki fotoğraf vardı ki o fotoğrafların önünden, büyülenmiş gibi dakikalarca ayrılamamıştım.

Bu fotoğrafların biri; derme çatma, kaba saba ağaçtan yapılmış bir bahçe çitinin önünde (son derece doğal bir ortamda) ayakta sohbet ederken çekilmiş; sivil giysiler içersindeki Atatürk ve askeri elbiseler içersinde İsmet İnönü ile Topal Osman’ın görüntüleriydi…

Etkilendiğim diğer resim de; Ulu Önder Büyük Atatürk’ün Ankara Söğütözü’ndeki bağ evinde (bağ evi derken öyle gözünüzde büyütmeyin… hepsi hepsi, tek odalı küçük bir kulübe) son derece düşünceli ve sıkıntılı bir anında olduğu anlaşılan, tek başına görüntülenmiş fotoğrafı idi.

Bugün size, o fotoğraftaki kulübeden, Ulu Önder’imizin deyimiyle Koliba’dan söz etmek istiyorum.

Koliba, Rumeli Türkçesinde; “kulübe” sözcüğünün karşılığı…

Koliba; son derece basit, mütevazı ve sade eşyalarla döşenmiş, tek göz bir odadan oluşan bir kulübe… Koliba’nın tüm eşyası; pompalı bir gaz ocağı, Batum’dan gelen gaz tenekesinden bozularak yapılmış bir ibrik, bir kanepe, bir koltuk, ana hediyesi bir seccade halı, elle çevrilen bir kahve değirmeni, bir cezve, dört fincan, iki tablo, üç iskemle…

Atatürk bazen bu koltukta, bacaklarına, Annesi Zübeyde Hanımefendinin yadigârı seccadeyi sararak, oturur kahve içer, bazen bu kanepeye (üzerine yine bu seccadeyi örterek) kıvrılıp yatarmış.

Kahveyi kendi eliyle çeker, kendi eliyle pompalı gaz ocağında kahvesini pişirir, dostlarını burada ağırlar, tenekeden bozma bu ibrikte ellerini yıkarmış.

Hani, hep söyleriz ya da hep söylenir ya; “Türkiye yoktan var edildi…” diye… İşte bu Koliba, bu pompalı gaz ocağı ve tenekeden bozma bu ibrik; bu söylemin belgesi, bu savın kanıtları…

Oysa şimdi dinlerini, ırzlarını, namuslarını, onurlarını, oturduğu koltuklarını, sahip oldukları makamlarını kısacası varlık nedenlerini borçlu oldukları Atatürk’ün mirasının üzerinde oturup; O’na ağza alınmayacak küfürler eden, din bezirgânı, kişiliksiz, asalak siyasiler; ayakkabılarını korumalarına çözdürüp, bağlatıyorlar.

Urube (Araplaşma – Araplaştırma) yanlısı bu lider bozuntuları; ibrikçilerini, havlu tutucularını, seccade sericilerini, tespih taşıyıcılarını, şemsiye tutucularını, yanlarında taşıyorlar…

1150 odalı Saraylarda oturuyorlar…

Yazlıkları, kışlıkları, yatları, katları, uçakları, her bir haltları var… Yedikleri önlerinde, yemedikleri yanlarında… Beş yıldızlı otellerde kalıp, konuklarını bu otellerde ağırlıyorlar…

Aslında bütün bunları Atatürk’e borçlu olduklarını da biliyorlar… Ama ruhları fesat… Bunlar hain ve nankör zihniyetlerin, ürünleri… Sürekli çağdışı hurafelerle, beyinlerini meşgul ettiklerinden; beyinlerinin yarısı iflas etmiş durumda…

Yarım beyinle idare ediyorlar…

Dolayısıyla, “gerçekleri görme ve kabul etme yetilerini” yitirmiş durumdalar.

O nedenle, Atatürk’e ve ilkelerine karşılar…

… ...

Pekiii… Bu güruhu yaratan veya yaratanlar (hortlatanlar) kim?

İşte işin en acı yönü bu…

Bu güruhu yaratanlar (hortlatanlar) maalesef Atatürk’ün ardılları…

Atatürk’ün hiçbir ardılı, çevresindeki hiçbir dava arkadaşı; O’nun dehasına, zekâsına, cesaretine, kararlılığına, becerisine, yeteneğine, “akıllı ve bilinçli Türkçülük anlayışına”; değil yanaşıp, erişebilmek, bu ilkeleri devam ettirebilme cesaretinden ve kapasitesinden bile yoksundular…

Nitekim Ulu Önderin ölümünden sonra, pek çok şeyi, ters yüz edip bozdular…

Bu gün yaşadığımız tüm sorunların temelinde, işte bu gerçekler yatar, ama hiçbir kimse bunu itiraf etmeye cesaret edemez.

21. yüzyılda, biz hâlâ türbanı, kara çarşafı, tarikatları tartışıyorsak, hâlâ “Kürtçülük Sorunu” gündemdeyse, bunca soygun, bunca talan düzeni hâlâ devam ediyorsa, ağzı salyalı Şevki Yılmaz’lar, Hasan Mezarcılar, bilumum Hoca Efendiler, Hizbullahçılar, tekmili birden tarikatçılar, ülkenin kalkınmasının ve gelişmesinin önünde bir engelse; bunun tek bir nedeni vardır. O da Ulu Önder Büyük Atatürk’ün erken ölümü…

Başka ne söyleyeyim, bilmiyorum ki!…

Bu toplumun kurtuluşu için; bir Atatürk’e daha ihtiyacı var…

Atatürk’ün Kolibası…