Burası kayıp sesler sokağı, kendimizi ne kadar zorlasak da zorlayalım sesimiz çıkmıyor. Çünkü biz kadınız.
Sesimizi kim aldı bizim? Hadi söyleyin. Yoksa siz de mi sesinizi kaybettiniz? Sesimiz olmayabilir ama iç sesimiz var bizim. İç sesimizi duyabilen var mı? Neden içimizin sesine bir kulak vermiyorsunuz? Yoksa sizin içinizin sesi yok mu? Siz hiç iç sesinizle sohbet etmez misiniz? Bazen çok konuştuğu için, kulaklığınızı takıp müzik dinlemez misiniz?
Neden güçlü olmak zorundayız? Neden güçlü gözükmek zorundayız? Neden güçlü görünmeye çalışıyoruz? Güçlü değiliz biz, onun için çekin cümlelerinizi üzerimizden. Hala içinizden konuşuyorsunuz, duyabiliyoruz. Neden artık susmuyorsunuz. Siz susmayı öğrenmediğiniz için, bir yağmur damlasının içine kendimizi hapsedip sonrasında hızla yere düşüyor ve paramparça oluyoruz. Şemsiyenizi kim çaldı sizin? hadi söyleyin. Söyleyemediğiniz diğer sessiz cümleler gibi susmayın. Sessizliğiniz başımı ağrıtıyor. Size susun dedik biliyoruz ama konuşun lütfen. En güzel cümlelerinizi çıkartın içinizden ve söyleyin.
Bizim güzel cümlelerimiz yok bayım, sizlerden birileri güzel cümlelerimizi çaldılar bizim.
Neden gün aşırı beynimizin kapılarına vuruyorsunuz? İstediğiniz nedir? Biz o kapılara arkadan, açılmasın diye çiviler çaktık. O çivileri sökemezsiniz. Nasıl söküleceğini ise bilmiyoruz? Kapımıza kadar gelip tıklatmaktan vazgeçin. Siz vazgeçmek nedir bilir misiniz? Biz biliyoruz, çünkü çok şeylerden vazgeçtik. Bazen kendimizden bile. Siz kendinizden vazgeçmeyi başarabiliyor musunuz? Her gün yataktan kalktığımız gibi dolaşıyoruz. Aynalara bakmayalı da sanki yıllar oldu. Siz parfümlerinizi sıkıp, sokaklarda insanların içine karışabiliyorsunuz. Bizim ise kokumuzu çaldılar. Eskiden nasıl koktuğumuzu bile hatırlamıyoruz. Onun için insanların arasına karışamıyoruz. İnsanların arasına karışsak bile, bize bir şey sorarsalar, nasıl cevap verebiliriz, sesimizi çaldılar bizim ve sessiz harflerle konuşuyoruz ama kimse anlamıyor.
Sesimiz yok bizim. Sadece kelimelerimiz var ve onlar da gün batımı gibi kıpkırmızı. Oysa bir zamanlar kırmızıyı en çok dudaklarımıza yakıştırırdık. Şimdi ise cümlelerimizi boyuyoruz. Belki bizi okurken acıtıyoruz içinizi, içimizi acıttığınız gibi siz de acı çekiyor musunuz?
Saçmalıklarla dolu bir dünyada, yüklemlerle dolu içimiz ve öznesi kaybolmuş bir cümleyiz. Öznelerini ise hiç bulamadık. Bulduğumuzu sandığımızda ise kendimizi yüreğimizde kopan ipleri düğümlemeye çalışarak yakaladık. Zamanın içinde olduğumuzu unutup, kendi zamanımıza ait ayak izlerini kaybettik. Kayıp bir zamanda kayıp düşler peşinde koştuk. Aslında bu evrende biz denen bir şey bile yoktu. Zaten yoktuk ve yok olacaktık.
Doğduğumuzda dere kenarında bir çiçektik. Her yağmur yağdığında, biraz yıprandık, çok fazla kirlendik. Kimse masum, kimse saf değildir değil mi? Yaşayan kirlenir. Gündelik yaşam acımasız, siz sevgiyle elinizi uzatırken o kalbindeki lekelerle kolunuzdan tutar savurur. Nereye savurduğu da önemli değildir. Yağmurdan kalan yapışkanlıkla tutunmaya çalışırsınız, toprağınıza. Aslında suyun özü temizdir, insanın özü temizdir. Değil mi? İşte onu öyle temiz bıraktırmazlar, kirlenenler hep kirlerini bulaştırırlar. Bedenimizi köle edip, güzel pembe düşlü oyunlarla kandırılıp, aklımızı bedenimizin emrine sokmaya zorlandık.
Terk edilmiş şehirlere gittik, terk edilmiş kaldırımlara oturduk ve sonrasında çocukluğumuzun yarım kalmış oyunlarını özledik ve yarım mutluluklarımızı da alıp yanımıza gökyüzüne savurduk. Uzaklara bakmaktan yorulan gözlerimizi, uzaklardan alıp içimize çevirdik. Sonrasında biliyorduk ki kışlarımız başlayacaktı ve biz en kalın hırkamızı bulup, güçlerimizi yeniden bir araya getirmek için kedi gibi odamızın en sıcak köşesine oturduk. Oturduğumuz o köşeden kalkıp, insanlar arasına karışmaya çalıştık ama hafif bir rüzgârla yere yığıldık. Yanımızdan geçenler sadece baktılar bize ve bir el uzatan olur sandık. Ellerimiz havada asılı kaldık. Sonrasında ise acıyla üşüyen o ellerimizi aradık. O ellerimiz ki en çok sevilmeyi hak edendi. Bayramlarda öpülen, sevdiğine sıcacık dokunan, bir damla gözyaşını usulca yanağından silen, sevgili diye başlayan mektuplar yazan o eller değil miydi? Şimdi ise yalnızlığın buz gibi zamanında birbirlerini ısıtıyorlardı.
Sadece tek cümlelik, anlamlı bir özne olmayı istedik. Bütün çabamız rüyalarımızdaki eksik yüzleri tamamlamaktı ama hep eksik kaldık. Tamamlayamadığımız eksik hikâyenin içinde benleri/bizleri aradık. Bulamayınca ise öyle yarım kaldık. İçimizde eksik kalmış ağlamalarımızı, yarım türkülerle, yarım umut şiirleriyle tamamladık. Umudunu hiçbir zaman yitirmeyen şairden umut gibi dizeler mırıldandık. Duyan oldu mu?
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
Ayağını bastın odama
Kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
Güldün,
Güller açıldı penceremin demirlerinde
Ağladın,
Avuçlarıma döküldü inciler
Gönlüm gibi zengin
Hürriyet gibi aydınlık oldu odam...
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin. “Nazım Hikmet”