Halk dalkavukluğu yapmadan,  dobra dobra yazıyorum ya,  bundan rahatsızlık duyanlar var.

Bazı okurlarımdan sık sık şu şekilde bir ileti alıyorum.

Diyorlar ki; “Siz, vatanınızı çok seviyorsunuz, bunu biliyorum. Ancak bildiğim bir başka şey daha var, o da şu; siz, vatandaşlarınızı sevmiyorsunuz… Onları küçümsüyor, hor görüyorsunuz…”

*  *  *

Zırva…

Külliyen zırva…

- Vatanını seviyorsun da…

- Eeee?

- Vatandaşını sevmiyorsun.

Böyle bir aptal suçlama olabilir mi?

Vatandaş olmadan, vatan olur mu? Ya da vatan olmadan, vatandaş?

Bu nasıl bir mantık, nasıl bir anlayış?

*   *   *

Bakın, daha önce yazdım, yine yazıyorum.

Ben siyasetçi değilim kardeşim, ben yazarım.

Ben sadece durum saptaması yapıyor, inandığım doğruları yazıyorum.

Ne diyorum?

* “Bu siyaset anlayışımızla, bu eğitim ve bu yoksulluk düzeyimizle, dahası kendi kafalarımızda yarattığımız din uğruna dışladığımız bilim ve fen dünyasına yaklaşımımızla; gelişemeyiz, büyüyemeyiz, kalkınamayız; yokluğu, yoksulluğu, cehaleti yenemeyiz…” diyorum.

* “Bu siyaset anlayışı, bu mantık, bu sistem; insanlarımızı Araplaştırıyor, arabeskleştiriyor, Ortadoğululaştırıyor…” diyorum.

* “Hangi Ortadoğulu’nun kendine hayrı var ki; bize hayrı olsun.” diyorum.

* “Bir inanç biçimi olan İslamiyet; tarikatlar eliyle, çıkar sağlanan bir yaşam biçimi haline dönüştürülmeye çalışılıyor. Yüce İslam dini, üç beş soytarının elinde oyuncak hale getiriliyor. Her tarikat, İslamiyet’i kendine göre yeniden düzenleyerek, kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir din yaratmak istiyor; bunun için devlet kadrolarına sızıyor ya da sızmaya çalışıyor. . Bu gidişat, iyi bir gidişat değil…” diyorum.

* AKP’li Cumhurbaşkanı. “Diyanet’i sadece camilerle ilgilenen bir kurum olmaktan çıkaracağız. Diyanet bundan böyle eğitimle de, sağlıkla da ilgilenecek” derken; laikliğin kaldırılacağının sinyallerini veriyor. Aklımızı başımıza devşirelim…” diyorum.

* “Asrın lideri (!), yakın zamana kadar, ‘Tüm dünya bizi kıskanıyor’ diyordu; şimdi ‘yoksulluğunuza şükredin’ demeye başladı. Ortağı olan parti de “askıda ekmek” öneriyor. Bu ikilemler üzerinde biraz kafa yorun” diyorum.

* Denizler ve kumsal alanlar, kamunun tasarrufunda bulunan alanlardır. Bu alanları amaç dışı kullanamaz ve kullandıramazsınız…” diyorum.

* Kumsal alanın üzerine stantlar kurup, bu alanlarda düğün dernek yapamazsınız; görgüsüzlüğün ve şımarıklığın anlamı yok” diyorum.

* “Karnı açlıktan guruldayan insanın; ileri demokrasi, geri demokrasi, orta demokrasi, faşizm, maşişm… umurunda olmaz.” diyorum.

* “Yeter artık, daha fazla bu insanların aklını karıştırmayın, dini duygularıyla oynamayın” diyorum.

* “Oyunu aldım diye şişindiğin kişi, sana bilinçli olarak oy vermiyor… Çünkü onun aldığı (daha doğrusu al(a)madığı) öğretim ve eğitim düzeyi; onun düşünmesine, sormasına, sorgulamasına, araştırmasına ve bilinçli karar vermesine engel” diyorum.

* “O zaten, kime, niye, neden oy verdiğini bilmiyor ki…” diyor, kanıtlı örnekler veriyorum.

Bunun için “Erzurumlu dedenin” öyküsünü anlatıyorum.

Bir tarihlerde Uğur Dündar’la çalışan Osman Terkan’ın, halka mikrofon uzatarak aldığı (cehalet kokan) yanıtları, köşeme taşıyorum.

* “Bu halkın büyük bölümü, hatta ve hatta bu ülkenin siyasetçilerinin(!) büyük bölümü, demokrasiyi, ‘seçmek ve seçilmekten ibaret’ sanıyor. Hal böyleyken, ‘milli irade’ mavalına sarılıp, demagoji yapma(yın), kendi kendinizi kandırıyorsunuz… Milli irade, bu demek değildir. Demokrasi, bu demek değildir.” diyorum.

* “Abartmayın, neticede halkımızın kumaşı bu işte…” diyorum…

……

Ama efendim, sen bunları yazınca da, bu insanların gururu inciniyor.

!!??...

Tamam da…  n’apalım o zaman?

Siyasetçiler (!) gibi, halk dalkavukluğu mu yapalım?

Yalakalık mı yapalım?

Siyasetçiler (!) gibi, “Siz neylerseniz, güzel eylersiniz” diye, sırt mı sıvazlayalım?

Riyakârlık mı yapalım?

Gözünün içine baka baka yalan mı söyleyelim?

1950 yılından bu yana, yalan söyleniyor bu halka…

1950 yılından bu yana hurafelerle, yalanlarla, dolanlarla beyinleri yıkanıyor, bu insanların…

Niye?

Çünkü siyasiler(!), bu halkın böyle olmasını, böyle kalmasını istiyor.

Onun için, hurafeler bataklığında boğulmalarına göz yumuluyor.

Onun için beyinleri uyuşturulup, akılları karıştırılıyor.

Malum çevreler,  onun için “Allah ne verdiyse doğurun…” diye yırtınıyor.

Çünkü biliyorlar ki, ülke nüfusu denetimsiz bir biçimde ne denli çok artarsa; yoksulluk da o oranda artar. Yoksulluk artınca da insanları, üç paket bulgura, iki çuval kömüre satın almak, o denli kolay olur.

*   *   *

Dalkavukluk, dalkavukluk, dalkavukluk… Nereye varacak bu işin sonu?

Bir başkasının bunları yazmaya, söylemeye dili varmayabilir.

Benim varıyor.

Ben siyasetçiler(!) gibi çalkalayıp, kıvırmıyorum.

Ben, halk dalkavuklarından çok daha fazla sevdiğim halkıma, “Kabahatin büyüğü de sende be kardeşim…”  diyorum. “Silkin artık, kendine gel…” diyorum…

*   *    *

Bütün bunları, ben yazamayacağım, sen yazmayacaksın, o yazmayacak da; kim yazacak?

Nasıl bulacağız doğruları? Nasıl çıkacağız düzlüğe? Nasıl çıkacağız aydınlığa?

Bugün Türkiye, eğitimsiz yoksulların bolluğu yüzünden, siyaset bezirgânlarının cenneti haline geldiyse,  bunun nedeni bu mantık, bu zihniyettir.

Haaa… bu sadece onun suçu mu?

Elbette değil.

Onu bu duruma; “odunu koysam seçtiririm” diyen zihniyetler getirdi.

“Bizim halkımız, şöyle ulu, böyle önsezili, şöyle öngörülü” diye şarlatanlık yapanlar getirdi…

Kimse kimseyi kandırmasın.

Bu halkın ortalama eğitim düzeyi, 3,5 öğretim yılı…

Kabullensek de kabullenmesek de gerçek bu can