Hayran olduğum Roma’dan üzülerek ayrıldım.
Sabah kahvaltısından sonra otobüsle Rönesansın doğduğu şehir olan Floransa’ya (İtayan’ca Firenze, Roma’ya 230 km) hareket ettik.
Floransa, Arno nehri çevresinde kurulmuş kültürü ve mimarisiyle dünyaca ünlü bir turizm kenti. Leonardo da Vinci, Michelangelo, İlâhi Komedya’nın yazarı Dante ve “Gayeye ulaşmak için her yol mübahtır” diyen Machiavelli bu şehirde yetişmiş.
15 ve 16. yüzyıllarda Floransa’da sanatçıları koruyan zengin ve çok ünlü Medici ailesi bu şehirde Rönesansın doğmasına katkıda bulunmuşlar.
Bir zamanlar, Fatih Terim Fiorentina’da teknik direktörlük yaparken tartışarak ayrıldığı kulübün başkanı ünlü Medici ailesinden Cecchi Gori imiş. Daha sonra Fiorentına’nın başına şimdi Galatasaray’ı çalıştıran Mançini teknik direktör olmuş.
Floransa’da panoramik şehir turunda Duoma Kilisesi, Vaftizhane, Eski Saray, Piazza Signoria ve Michelangelo tepesini gezdik. Montecatini’deki bir otelde kaldık.
Beşinci gün Siena’da, her yıl yapılan ünlü at yarışları alanını (yaklaşık 3 dönümlük çok küçük bir alanda atlar 3 tur atıyorlarmış. Şaka gibi, çok garip bir yarış!) gezdik.
Meşhur Pisa kulesini gördük. Herkes eğik Pisa kulesini eliyle düzeltmeye çalışırken fotoğraf çektirdi. Ben de Pisa kulesine omuz vererek fotoğraf çektirdim.
Altıncı gün Montecatini’den Venedik’e (280 km.) hareket ettik.
Venedik, Kuzey İtalya'nın doğusunda Adriyatik denizi kıyısında karaya 4 kilometre uzunluğunda kara ve demiryolu köprüsü ile bağlanan, yaklaşık 118 adacık üzerine kurulu bir ada şehri. Venedik'te adacıkları birbirinden ayıran 170 kanal ve birbirine bağlayan 400 köprü varmış. Venedik’te San Marco Katedrali ve meydanı, Dükler Sarayı, Canale Grande ve Rialto köprüsünü gezdik.
Bardaktan boşanırcasına bir yağmur altında sular içinde yüzen Venedik’i gezmek çok ilginçti. Gondol’la, Napoliten şarkılar dinleyerek daracık kanallar arasında tur attık.
Ünlü San Marco meydanında, günde yüz binlerce insanla haşır, neşir olarak
evcilleşen güvercinlere bisküvi ikram ederken, elime, koluma ve başıma kondular.
Yedinci gün Milano’ya gittik. İtalya bir futbol ülkesi ve Milano, İtalya’nın en büyük takımlarından AC Milan ve Inter’in şehri.
Milano’da Duomo Kilisesi muhteşem bir sanat eseri. Yapımına 1386’da başlanmış tam beş yüz senede bitirilebilmiş. Kiliseye gelen insanları bugünkü Mobese kameraları gibi gözetleyen 3,200 heykeli saatlerce hayranlıkla izledim.
Adamlar asırlarca, sanki bir heykel yarışması yapmışcasına, mermerleri bir dantel gibi işleyerek muhteşem sanat eserleri yaratmışlar.
Vittoria Emanuela çarşısında Berlusconi ile “Çak” yaptıktan sonra dünyaca ünlü mağazaları kıskançlıkla izledik. Avrupa’nın en eski opera binası La Scala’yı gördük.
O akşam Scala’da, R. Strauss’un Elektra adlı operasını izlemeye gelen çok şık hanımefendi ve beyefendileri gördük.
Sekizinci gün Alpler ile çevrili Po nehrinin kenarında kurulmuş sanayi şehri Torino’yu gezdik. Daha sonra Torino havaalanından Türk Hava Yollarının 17,45 uçağıyla İstanbul’a hareket ettik.
İtalya, hiçbir turizm tanıtması yapmadan muhteşem tarihi eserleriyle yılda 65 milyon turist çeken bir devlet. Üstelik, çek point denen bir uygulamayla, 8 kişiden fazla turist otobüsleri her şehre girişte 700-800 TL. ödüyor. Kafe, bar ve lokantalarda herkesten 2 Euro (6 TL) oturma parası alıyorlar. Sokak ve caddelerde umumi hela yok. Kafe ve lokantalarda bir şey yersen tuvalete gidebiliyorsun. Pizza ülkesi İtalya’nın Pizza’larını hiç beğenmedim. Yarım metre çapında açılmış hamurların üstüne sebze, peynir bulamacı koyup pişiriyorlar.
Roma’da tarih yaşıyor, bakmaya kıyamadım.
Heykeller cin cin bakıyor, ne diyor anlamadım!
Asırlardır Roma’da, sanki zamanı durdurmuşlar,
Tarihle âbâd olmuş İtalya, gezmeye doyamadım..
(Mehmet Özata)