Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerinde düştüğü/düşürüldüğü durum, diğer güdümlü ülkelere ders olacak niteliktedir.
Türkiye’de, Eş-Başkan ile Davutoğlu Ahmet’in yönetiminde ülke çıkarlarını görmezden gelen, emperyalizmin teşvikiyle kraldan çok kralcı olmanın sefaleti yaşanmaktadır.
Eş-Başkan 11 Nisan 2012’de NATO’yu Suriye’de göreve çağırmıştır. Çeşitli vesilelerle uçuşa yasaklı ve tampon bölge gerektiğini ifade etmiştir.
Erdoğan’ın Washington Post Gazetesi’nde Lally Weymouth ile yaptığı röportajda söyledikleri ise tam bir ibret vesikasıdır.
“BM olmaksızın bir şey yaparak, tuzak olabilecek bir şeyin parçası olmayı kabul etmeyiz.”
Buyurun cenaze namazına… Hani Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılıyordunuz? Ne oldu?
Washington Post soruyor… “Güçlü bir ordunuz var. Suriye’de uçuşa yasaklı bölge için tek taraflı rol oynamayı düşünüyor musunuz?”
“Düşünmüyoruz” diye yanıtlamaya başlıyor Erdoğan, “Durumun bir uluslararası boyutu, bir de İslâm dünyasını kaygılandıran boyutu var…”
Yurt içindeki sallama çay beyanatlardan sonra yanıt ilginçtir. Sorular ne de olsa beysbolun yaygın yapıldığı bir yerden geliyor…
Ekonomide bütün yumurtaları tek sepete koymamak diye bir kural vardır. Risk yönetimi…
Uluslararası ilişkilerle ekonomi arasında bileşik kaplar bağlantısı olduğu gerçeği ise siyasetin “A” harfinde öğretilir.
İki hamle sonrasını göremeyenlerden sürüye çoban bile seçemezsiniz… Ya davarları kurt kapar ya da sürü uçuruma düşer… Sürünün çoğunu kurda kaptırınca kalanını kurtarayım derken uçuruma sürüklemek ise çobanın felaketidir. Onu artık kimse kurtaramaz.
CFR üyesi Eliot Abrams “Türkiye Suriye Krizinden Dersler” başlıklı 12 Eylül 2012 tarihli makalesinde “Türkiye şu anda ABD ve diğerlerinin vazgeçip onu kan gölü içerisinde sınır ötesindeki sorunlarla tek başına bıraktığı için şikâyet etmekte…” demektedir.
Siz bu ifadedeki Türkiye sözünü Erdoğan olarak değiştirmelisiniz.
Abrams’ın şu sözlerini ise sinek pislemedik bir yere yazmalısınız.
“Perişan bir şekilde Amerikan desteğine muhtaç olan Türkiye, ağırlığını başarıyla bir tarafa koymaya gücünün yetmediğini Suriye’ye komşuluk ederken kanıtlamış oldu.”
Türkiye’yi “Perişan bir şekilde Amerikan desteğine muhtaç” sıfatıyla ifadeye muhatap eden anlayışın hayırlara vesile olması mümkün müdür?
Buraya kadar özetlemeye çalıştığımız durumu vicdan, doğru taraf ve Türkiye’nin çıkarları ölçeğinde irdelemeye çalışalım.
Komşunun tarlasındaki ürünü yakan, evini yıkanları mülteci kampı tabelası altına himaye edenlerin insanlık ve vicdanla ilgisini tartmayı sizin vicdanınıza bırakıyorum.
“Doğru taraf”… Kime göre doğru?
22 ülkenin sınırları yeniden çizilecek diyen C. Rise ABD’nin sesidir. Yeni çizilecek olan sınır emperyalizmin çıkarına olacaktır.
“Türkiye’nin çıkarı”… Yağmacı teröristi himaye eden vicdan ile BOP’un yanında el bağlayan tak-şak duruştan Türkiye’nin çıkarlarına sıra gelir mi?
Eş-Başkan ve şerikleri ABD’ye yaranmak için kraldan çok kralcı bir kapıkulu politikasını izlerken emperyalizmin bazı gazeteleri mızrağın çuvala sığmadığını yazmak zorunda kalmışlardır. İşte bir örnek…
Şam'dan sonra Halep'te teröristlerin yaşadığı hezimetle bocalayan emperyalist cephe, uzun bir süre terörist saflarındaki çözülme ve kargaşa konusunda medyaya ambargo koymuştur. Daha 18 Eylül'de Amerikan PBS kanalıyla yaptığı röportajda "Suriye ordusu kazanamaz, cesareti yok, sayıları da yetersiz" diye terörist propagandası yapan Guardian muhabiri, Guardian gazetesinde yayınlanan son röportajında gerçekleri itiraf etmiştir.
SURİYE ORDUSU EL KAİDEYLE SAVAŞIYOR VE
KAZANIYOR
“Şam'dan
sonra Halep'te teröristlerin yaşadığı hezimetle bocalayan emperyalist cephe,
uzun süre terörist saflarındaki çözülme ve kargaşa konusunda medyaya ambargo
koydu. Daha 18 Eylül'de Amerikan PBS kanalıyla yaptığı röportajda "Suriye
ordusu kazanamaz, cesareti yok, sayıları da yetersiz" diye terörist
propagandası yapan Guardian muhabiri, Guardian gazetesinde yayınlanan son röportajında
gerçekleri itiraf etmiştir.
“Bunların başında şüphesiz Halep sokaklarında
kaçışan, birbirinin dilini anlamayan, cephanesiz ve eğitimsiz yabancı
teröristlerin zavallı durumu geliyor:
Adam hızla yanımızdan geçerken "Askerler,
askerler!" diye fısıldadı. Arkasındaki toprak yolda bir ordu keskin
nişancısının iki kurşunu toz kaldırdı.
Ebu Ömer el-Çeçen için bu kadarı yetti. Komuta
ettiği "muhacir kardeşler" diye bilinen yamalı bohça misali yabancı
savaşçılar grubu Halep'in üniversite semtinde yanmış bir binanın kapı aralığına
sığınmıştı. Kardeşlerden biri - bir Türk - yolun ilerisindeki köşede yerde ölü
yatıyordu, yanında da ağır yaralı ikinci bir savaşçı yatıyordu. Keskin nişancı
yüzünden ikisini de kurtaramadılar.
Ebu Ömer Arapça bir komut verince komut birçok
dile tercüme edildi - Çeçence, Tacikçe, Türkçe, Fransızca, bir Suudi lehçesi,
Urduca - ve adamlar tek sıra halinde geri çekildiler...
Suriyeli yöneticileri elinde iki telsizle
sokağın ortasında duruyordu: bir tanesinden Çeçence, diğerindense Arapça
konuşmalar duyuluyordu...
Beşar Esad'ın hükümetine karşı savaşa katılmak
için Suriye'ye yüzlerce yabancı savaşçı akın etti. Bazıları genç idealistler,
diğerleriyse Irak, Afganistan ve Yemen'de çarpışmış tecrübeli cihatçılar.
O ülkelerdeki savaşlara katılmak için yabancı
cihatçılar sahte pasaport kullanmak ve gizli servislerden kaçmak zorunda
kalmıştı. Suriye cephesine erişmekse güney Türkiye'ye rahat bir uçuştan sonra
sınırı geçmek için kısa bir yürüyüş yapmak kadar kolaydır.
Suudi'ye göre Türkiye'den Atme adlı küçük Suriye
köyüne yapılan yürüyüş kolaydı (Reyhanlı Bükülmez Köyü'nün karşısına düşüyor).
Orada zeytinliklerin arasında kurulu bir cihat kampını yöneten bir Suriyeliden
eğitim aldılar. Her timin başındaki Arapça konuşan eğitmen onlara 10 günlük
temel eğitim verdi. Eğitimin amacı ateş etmeyi öğretmek değil, iletişim kurmayı
ve birlikte hareket etmeyi öğretmekti.
Savaşçılar bundan sonra çeşitli cihatçı gruplara
dağıtıldılar. Bunların başında Ehrar ül-Şam (Şam'ın Hür Adamları) ve Nüsra
Cephesi geliyor. Ebu Ömer'in Çeçenleri gibi bazılarına kendi birliklerini
kurmalarına izin verildi ve bunlara basitçe “muhacirler” dendi. Suriyeliler
yabancı savaşçılara toplu olarak "Türk kardeşler" diyorlar.
Savaşçıların arasındaki farklar barizdi.
Çeçenler daha yaşlı, iri ve güçlüydüler, ayaklarında dağ botları ve üstlerinde
askerî giysiler vardı. Silahlarını profesyonelce taşıyor ve diğerlerinden ayrı
bir birlik halinde hareket ediyorlardı. Türklerden birisi askeriyeden geliyordu
ve üstünde gene askerî giysi ve palaska vardı, oysa üç Tacik ve bir Pakistanlı
belli ki yoksuldu. Pantolonları çok kısa, ayakkabıları eskimiş ve yırtıktı.
İsyancıların işgal ettikleri okulun içinde bir
grup Libyalı oturmuş mühimmat kıtlığından şikâyet ediyordu. (Libyalı isyancılar
Kaddafi'ye karşı savaşın ilk ayında NATO'nun onlara temin ettiği mühimmatın
yarısını havaya kutlama ateşi açarak yakmışlardı). Bir gün önce gelmişler ve
bir arkadaşlarını Suriyeli makineli tüfekçisinin kurşunlarıyla kaybetmişlerdi
bile...
Okulda bir de Ürdünlü vardı. Belçika malı (FN
FAL) tüfeğiyle cephenin ön saflarını dolaşırdı ama sadece 11 mermisi vardı...
Felluceli Ebu Selam, başında siyah kefiye olan
iri-yarı bir Iraklıydı ve gençliğinde Felluce'de Amerikalara karşı savaştığını
söylüyordu. Daha sonra El Kaideye katılmış ve çeşitli kentlerde çarpışmalara
katıldıktan sonra tutuklanamamak için Suriye'ye kaçmıştı. Şimdi bir muhacir
birliğine komuta ediyordu.
"Sorun cephane değil, sorun tecrübe,"
dedi bana, diğerlerinin duymadığından emin olunca. "Amerikalılarla
savaşıyor olsaydık şimdi hepimiz ölmüştük."
"İsyancılar cesur ama Kalaşnikov mermisiyle
keskin nişancı mermisi arasındaki farkı bilmiyorlar. Bu da morallerini
bozuyor."
"Komutanları yok, deneyimleri yok,"
dedi. "Cesur olanlar saldırıyor ama onların arkasındaki hattakiler geri
çekiliyor, onları ortada korumasız bırakıyorlar. Tam bir kargaşa… Bütün gece
çarpışan Türk kardeşlerimiz sabah arkalarındaki Suriyelilere güvenerek uykuya
çekildiler. Uyandıklarında Suriyeliler gitmiş ve ordu keskin nişancıları
gelmişti. Şimdi artık çok geç. Ordu sokaklara girdi ve bizi ezip geçecek."
Yenilgiyi önemsemez bir hali vardı.
"Suriye ordusunun bu savaşı kazandığı belli
ama bunu [isyancılara] söylemiyoruz. Morallerini yok etmek istemiyoruz. Allah
bize güç verdikçe dayanalım ve belki bir gün bu yabancı güçler bize yardıma
gelir diyoruz."
Ebu Selam son on yıldır can düşman olan
cihatçılarla Amerikalıların bugün yeniden aynı safta olmalarındaki ironiye
duyarsız değildi.
TAARRUZ
Çeçen komutan Ebu Ömer adamlarına yeniden
ilerleyip Bilimler Fakültesi'nde kaybettikleri mevzileri geri almalarını
emretti.
Suriye birlikleri ilerlemelerini durdurmuş ve
tanklarını geri çekmiş, geride sadece keskin nişancılarını bırakmışlardı...
Ama Ebu Ömer'in üç adamı keskin nişancıların
ateşiyle yerlerinde mıhlanmış, bir tanesi de tanka roketatarla ateş etmek için
ayağa kalkınca delik-deşik olmuştu.
İki Çeçen meydanın ortasında alçak bir duvarın
arkasında saklanmışlar, kurşun yağmuru altındaydılar... Bir manga Suriyeli
isyancı bir binanın üstünden keskin nişancıya ateş etmeye çalıştı...
Ebu Ömer kızgındı. Birkaç gün 40 muhacirdiler
ama bugünün çatışmalarından sonra sadece 30 kalmışlardı. İki günde 10 adam
kaybetmişlerdi.
O gece Suriyeli komutanlar bir ültimatom verdi.
Arkalarını korumak için yeterince sayıda adam sağlayamazlarsa muhacirler
toplanıp gidecekti.
Takviyeler gelmeyince Çeçenler o gece gitti.” (Çeviri:
Hakkı Alacakaptan)
Uzun sözün kısası Guardian gazetesi ağzındaki baklayı çıkarmıştır. Raf kullanma ömrü azalanların yaşadıkları paniğin sebebi budur. Her gece acaba ne zaman “Deliğe süpürürler beni?” diye yastığa başını koymak ne kâbustur?
Emperyalizm hedef seçtiği her ülkede kendisine hizmet edecek muhtelif renklerde işbirlikçiler bulur. Bu onun çalışma tarzıdır. İşbirlikçilerin kaçınılmaz sonları ise o malum deliğe süpürülmektir.