Hanımların iki dirhem bir çekirdek olduğu, bize de kızların dudu göründüğü 1950’li yılların başlarından bahsedeceğim.
O zamanlar şimdiki gibi böyle israf, fuzuli masraf yoktu. “Onda var da bende niye yok” kavgası da yapılmazdı. İnsanlar o zamanlar daha yoksuldu, ama önce beyinlerinde mutluluğu oluşturuyor, sevginin tohumunu ekiyorlardı önce evlerine, sonra da etraflarına.
O zamanlar obez insanlar hemen hemen yok gibiydi. Bırak obezi, şişman kadın bile yoktu. Nerden olacaktı ki? Kadınlar sanki biçerdöver, hem ekiyor, hem biçiyor, hem de yıkıyordu her şeyi.
Çamaşır, dışarıdaki taş teknede tokaçla, küllü suyla yıkanırdı. Yemeği odun ateşinde pişirmeye uğraş, bulaşık yıka, pekmez yap, hem de yardımcısız.
Kadınlar gün doğmadan kalkar herkes yatınca da eskileri yamarlardı. Bilhassa çorap eskilerini.
Hele bağ kaynatma vardı ki, (Küre başı, 1 hafta 15 gün uğraşılırdı) hayvanların sağılması, yoğurt yap, yayıkta yağ yap, tezek yap, her gece yatak yap, sabahleyin kaldır. Hele bir ekmek yapılışı vardı ki, ayda bir. O gün etrafı mis gibi ekmek kokusu sarardı. Ama ev sahibinin de başının ağrısı tutar, mevsimlerden yazsa başına salatalık sarılır, kışsa patates sarılırdı.
Bu ekmek yapmaya para ile adam gelmez, komşular birbirlerine ödünç giderlerdi. O tarihlerde çarşı ekmeği almak neredeyse ayıptı. Hatta bazılarınca zenginlik göstergesi, bazılarınca da, “Yazık, ekmeği bile çarşıdan alıyor. Herhalde evde unu, buğdayı yok” gibi söylentilere sebep olurdu.
Çarşı ekmeğinin ve un fabrikalarının 1952-1953 yıllarında makineleri yenilendi herhalde. Bembeyaz francılalar yapılmaya başlandı. Adı da has ekmekti. Francılaların üstüne serçe parmak kalınlığında ayrıca bir hamur yapıştırılırdı. Onun adı da francıla simidi idi. Evin çocukları onu bölüşemez, bu simit yüzünden kavga çıkardı. Ben gözümle görmedim ama o zamanlar duyardık. Bazı fakir aileler bu francılaları yufka ekmeğe dürüp yerlermiş denirdi.
Hanım ebe vardı o tarihlerde. 90 yaşında derlerdi. O yaşında Eskiekin’ e bastonuyla yürüyerek gün doğmadan gider, kuşluk vakti hava tam kızmadan dönerdi. Ayhan ve rahmetlik Orhan Çöplü’ nün anneanneleri ve yanılmıyorsam Boyvatlıoğullarındandı.
O ebemiz domatesle patatesi yemezdi. “O sonradan çıktı” derdi. Domates içinse,” O ilk çıktığında, onu yeşilken yerdik. Kırmızı olunca da çürüdü” diye döktüklerinden bahsederdi.
Şimdi bunları durup dururken niye anlattım? O günkü insanların çalışkanlığını, tutumluluğunu, bu günkü insanlarımızın ise müsrifliğini, israfçılığını vurgulamak için.
Bir lokma ekmek, yemek israf edilmez, atılmazdı. Bu günkü gibi 4 ekmekten biri çöpe atılmaz, parçası yere düşse onu üç defa öpüp başımıza kor, sonra da yerdik. (Ekmeğin yerinin ağzımız olduğunu öğretirler, biz de öğrenirdik. Ekmeğin yeri ağzımızdır.)
Okullarda yerli malı haftası yapılırdı. Herkes evde anasının yaptığı bir şeyi sınıflarına getirir orada yerdi. Pestil, pekmez, ceviz, peynir, aklınıza ne gelirse. Öğretmenler hep vurgular, öğretir, “yerli malı çoğalmalı, alan satan çok olmalı” derlerdi. Şimdilerde yeme çoğaldı, çeşit çoğaldı. Enerji harcayarak çalışma ise azaldı.
Şimdi size ithalat, ihracat ve marka hastalığımızdan bahsedeceğim. İhracatın artışından söz ediliyor ama ithalatın durumunu söyleyen yok. Tüketim malı ithalatındaki artış ürkütücü boyutlarda. Geçen günlerde bir gazetemizde bu konuda çıkan bazı rakamları vereceğim.
Türkiye’nin Haziran ayı ihracatı %35,4 artarken ithalat %43,4 yükseldi. İthalattaki en büyük artış ise tüketim mallarında yaşandı. Geçen yıl Ocak - Haziran döneminde 2 milyar 171,6 milyon dolar iken bu yıl aynı dönemde 3 milyar 70,9 milyon dolara çıktı. Haziran ayında 5 milyar 632,1 milyon dolarlık ithalat yapılırken, 3 milyar 745,3 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirildi. Dış ticaret açığı geçen yılın aynı dönemine göre %62,6 artarak, 1 milyar 160 milyon 123 bin dolardan, 1 milyar 886 milyon 842 bin dolara çıktı.
İhracatı böyle artırmak için çaba harcarken ithalatı da azaltmanın çareleri mutlaka aranmalı. Çünkü bu malların çoğu Türkiye’de gayet güzel yapılmakta. Şayet yapılanların eksiği varsa TSE kalite kontrolünü ciddi olarak yapmalıdır. Çocuklarımızı, gençlerimizi bu marka hastalığından güzelce ikna ederek, bunun yüzünden halkın fakir, işsiz hatta aç olduğunu anlatarak vazgeçirmeliyiz. Örnekler verilmeli. Büyükler, bilhassa öğretmenler güzel örnek olmalıdır.
YERLİ MALI ÇOĞALMALI, ALAN SATAN ÇOĞALMALI. Yediden yetmişe herkes üretmeli. En azından ihracatımız ithalatımızı karşılamalı. Açık olmamalı. Yetkililer bu yönde kafa yormalı. Milletin ufkunu açmalı. İhracat artırılmalı, ithalat ta azaltılmalıdır. (09.01.2003)
Saygı ve sevgilerimle.