Günlerdir, Sayın Başbakanın (artık insanları bayıltan) iftar sonrası konuşmalarını izlemeye çalışıyorum.

Artık pek çok insan gibi bana da gına gelmeye, hafakanlar basmaya başladı.

Ah be kardeşim, bir insan bu kadar mı çok, bu kadar mı gereksiz konuşur? Bu kadar mı konuşmayı sever? Bu kadar mı çok, konuşma gereği hisseder?

Bu nasıl onulmaz bir ruh halidir, anlamakta inanın zorlanıyorum.

Konuştukça açık veriyor, konuştukça pot kırıyor, konuştukça insanları bölüyor, konuştukça insanları geriyor, tahrik ediyor.

Geçtiğimiz Perşembe Günü, yabancı ülkelerin büyükelçilerine verdiği iftar yemeği konuşmasını izledim; üzüldüm.

??!!..

Laf olsun diye söylemiyorum, gerçekten üzüldüm.

*    *    *

Sayın Başbakan büyük bir korku, büyük bir panik içinde.

Yurtiçinde ve yurtdışında olan her toplumsal tepkiden, anlamsız anlamlar çıkarıyor. Her toplu gösteriden büyük bir korku ve büyük bir ürküntü duyuyor.

İşin garibi de bu ruh halini, konuşmalarına da yansıtıyor.

Her konuşmasının sonunu ya da bir yerini, Rahmetli Menderes’e bağlıyor.

Bir değil, iki değil, beş değil, on değil…

Her konuşma Menderes’le başlar, Menderes’le mi biter?

Böyle bir şey olabilir mi?

Evet… Türkiye, bugünlere gelene kadar çok talihsiz süreçlerden geçti. Çok büyük acılar yaşadı. Bu acılar, bu toplumun her bir katmanında, onulmaz yaralar açtı.

Bütün bunlardan sonra, aynı tatsız süreçlerin, aynı acıların, aynı tatsız müdahalelerin bir kez daha yaşanması, yaşatılması mümkün mü?

Durup durup bu acıları eşelemenin, birilerinin aklına karpuz kabuğu kaçırmanın ne anlamı var.

*    *    *

Türkiye, o günleri çoktan aştı.

Bu ülke demokrasisi, bundan böyle, askeri darbelerin hiçbir türüyle sekteye uğramaz, uğratılamaz.

Milyonda bir olasılıkla da olsa, böyle bir müdahale olursa eğer; bu müdahalenin önüne, ilk önce o Gezi Parkı Direnişine katılan çapulcular(!), gövdelerini koyar.

Bunu da herkes böyle bilsin.

Sayın Başbakan, artık bu anlamsız paranoyalardan bir an önce kendini kurtarmalı. (Ve tabii bu arada sivil darbe girişimlerini de aklının ucundan bile geçirmemeli.)

*    *    *

Sayın Başbakanının konuşmalarından çıkardığım bir diğer husus da; Sayın Başbakanın her şeyden, her konudan haberdar olması ya da haberdar edilmesi hususu…

Baksanıza; Sayın Başbakan, sanal ortamlarda yazılan çizilen, paylaşılan her şeyi (üşenmeden/yüksünmeden/bana yakışır yakışmaz demeden) tek tek dillendiriyor.

Demek ki danışmanları, Sayın Başbakanı her şeyden haberdar ediyor…

Ancak burada bir incelik var; o incelik de (bir ihtimal)  şu.

Danışmanları, Sayın Başbakanı bilgilendirilirken; haberleri, “maksatlı olarak” abartarak veriyor, dolayısıyla kendisini yanlış yönlendirip, kafasını karıştırıyorlar.

Başka türlü Sayın Başbakanın bu dayanılmaz çelişkilerini açıklamak mümkün olabilir mi?

*    *    *

Sayın Başbakana göre bu ülkede “tek doğru” , “tek bilen” var, o da kendisi…

En iyiyi, en doğruyu o biliyor; yaptığı, yapacağı her şey doğru… Yurtiçi politikaları doğru; yurtdışı politikaları doğru; gittiği yol doğru… Zevkleri doğru, hazları doğru, yaşam biçimi doğru…

Ona kim ya da kimler karşı çıkarsa onlar da tu kaka…

Böyle bir şey olabilir mi?

*    *    *

Ogün yabancı ülkelerin büyükelçilerine verdiği iftar yemeğinde yaptığı konuşmaya da; “ben” motifli “biz”lerle başlayıp; “ben” motifli “biz”lerle bitirdi.

“Biz şöyle demokratız, biz böyle adiliz, biz hukukun üstünlüğüne şöyle inanırız, biz herkesin inançlarına ve özel hayatına böyle saygı duyarız, biz azınlık haklarını şöyle savunuruz…” dedi, durdu…

Bir önceki konuşmasında da; “Ben dört dörtlük Aleviyim” demişti.

Şimdi hangi çelişkisini anlatıp, hangi riyasını vurgulayayım, bilmiyorum ki…

İnanın midem bulanıyor artık.

En ufak bir gösteriye, en ufak bir eleştiriye bile tahammülü olmayan bu zat; “demokratım” diyor; hatta demokratlıkla da yetinmiyor, “ileri demokratım” diyor.

“Hukukun üstünlüğüne inanırız”, diyor; kurduğu özel mahkemeler, (kendisinin özel talimatıyla) Meclis Başkanını, Adalet Bakanını, Anayasa Mahkemesi Başbakanını (bile) iplemiyor.

10 yıllık tutukluluk sürelerini ölçüsüz bulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine, “Evet ölçüsüz; tazminatı neyse ödeyeyim ama gözaltı sürelerini düşür(e)meyiz…” diyor. (Ya da demeye getiriyor.)

“Hiçbir dönemde basın bu denli özgür olmamıştı” diyor; tüm medya patronlarını baskı altına alıp, çalışanlarını işten kovduruyor. Olmadı, bir kulp bulup, içeri tıktırıyor. (Hem de yerli yabancı demeden. Düşünebiliyor musunuz, Gezi olaylarını fotoğraflayan İtalyan Gazeteci Mattia Cacciatori bile, 7 yıl hapsi istemiyle yargılanıyor bu ülkede.)

“Herkesin inancına saygılıyız” diyor; ardından, “cem evleri çalgı çengi evleridir”, diyor.

“Ben dört dörtlük Alevi’yim” diyor; ardından mitinglerinde, Ana Muhalefet Partisi Başkanının mezhebini gündeme getirip, mitinge katılanlara yuhalatıyor.

Şu Gezi Direnişiyle ilgili tutumlarına bakın

Yöre esnafını (kendilerinden tek alış veriş yapan) direnişçilere karşı kışkırtıyor.

“Ben bu oyuna gelmem, onlar benim velinimetim, müşterilerim, onlar benden alışveriş yapıyor…” diyen esnafın da işyerini (kafesini) mühürlüyor.

Böyle bir şey olabilir mi?

Böyle bir insan demokrat olabilir mi?

Hemi de demokrat da değil, ileri demokrat…

Vah benim ülkem vah…