İktidarın “ötekileştirme ve algı işlemleriyle ilgili suçlama siyasaları”, yandaş kadrolarının ve yakınlıkduyarlarının (sempatizan) da can simidi oldu.

Bu kesim, kendilerini rahatsız eden ne dillendirilirse; (tırmalamaya hazır kedinin pençesini çıkardığı gibi) artık klasikleşen suçlama siyasalarını (!) devreye sokarak, anında ötekileştirme saldırısına başlıyorlar.

Beyzadeler “Türk” sözcüğünden rahatsızlar ya; örneğin siz, “Atalarımız Türkler…” diye söze başladığınız an; anında ötekileştirme siyasalarını devreye sokuyorlar; “siz zaten Osmanlı düşmanısınız” gibi kel alaka bir suçlamayla karşı karşıya bırakıyorlar sizi.

“Ne ilgisi var; ben, ‘biz Türkler’ derken…” diyemeden; “bak, ‘Osmanlı’yım’ diyemiyorsun…” deniyor.

Sinirleriniz zıplıyor; “Yahu kardeşim, niye Osmanlı’yım, diyeyim; biz Türkler…” derken, laf yine ağzınıza tıkanıyor; “…diyemezsiniz, çünkü siz, Osmanlı düşmanısınız…” deniyor.

* * *

Bu tür ötekileştirme zırvalıklarıyla o denli çok karşılaşır oldum ki, artık gına geldi.

Ayrıca duyuyorum ki, hayatında tek bir kitap okumamış; arkadaşım, dostum sandığım bir muhterem, “Atatürkçü Kimliğim nedeniyle”, dost meclislerinde, beni Osmanlı Düşmanı olarak suçluyor, hakkımda hoş olmayan sıfatlar kullanıyormuş.

Üzülüyor insan, doğal olarak…

!!??...

Bakın size Diyarbakır Bölge Komutanı iken; Lice Asayiş Bölük Komutanlığı Binası önünde şehit edilen Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın (1946 – 1993) kaleminden, Osmanlıyı anlatayım. (Benim için dost masalarında yakışıksız sıfatlar kullanan muhterem de öğrensin.)

Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, yazımla aynı başlığı taşıyan yazısında, Yavuz Sultan Selim sonrası Osmanlı’yı şöyle anlatır.

Buyurun okuyun.

“…Gözlerden kaçan iki farklı Osmanlı vardır gerçekte…
İlki, halifeliğe kadar olan Osmanlı, (yani, namı-ı diğer Büyük Türk İmparatorluğu); diğeri halifelikle birlikte Araplaşma moduna giren Osmanlı; (yani Araplaştıkça batan koca bir imparatorluk…)

(…)

Yavuz Sultan Selim döneminde; Türklük ve Türkler adına her şey çok güzel giderken, halifelik sevdasına düşülür.
O günün koşullarında, halifeliği, olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris Bitlis-i ve diğerleri; Abbasi Halifeliğini ellerinde bulunduran Memlüklülere savaş ilan ederler.

Mercidabık (1516) ve Ridaniye (1517) Savaşlarının sonucunda halifelik, (kılıç zoruyla da olsa) artık Türklerindir.

Ancak bu noktada, çok büyük bir sorun çıkar.

Arap dünyası, halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkmakta, Türk halifeye biat etmeyeceklerini beyan etmektedirler.
Hal böyle olunca, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir çözüm (!) bulunur.
Tarafların da (güya) olurladığı bu sözde çözüme göre; Mısır ve diğer Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulema ve molla; İstanbul’a davet edilecek, kendilerine para, mal, mülk ve arazi verilecek, İstanbul’a, kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanacaktır.

Bir başka deyişle Türk İslamiyet’i, bu anlaşmayla(!) Arap İslamiyet’ine evrilecektir.

… …
Deyim yerindeyse, Araplar tarafından, havada kapılan bu tasarı(!) hayata geçer.

Ancak ne acıdır ve ne yazık ki, bu tasarı ile birlikte, imparatorluk sınırları içinde Türk sözcüğü yasaklanır.

“Türk’üm!” “Türkmen’im!” diyenler, Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
(Sadece Kuyucu Murat Paşa döneminde, “Ben Türk’üm” “Ben Türkmen’im” dedikleri için kafaları kesilip, kuyulara doldurulan Türk sayısı, 158 bindir.)

Ve yine ne acıdır ve ne yazıktır ki, Osmanlının son 350 yılı, ilk 250 yılın aksine Türklere zulümle geçer…

* *

Bu dönemde Osmanlıya, “Arap eğilimli sıkı bir mezhepçilik” egemen olur.

1603 yılına gelindiğinde; artık Ehli Beyt Türk Tekkeleri yasaklanıp, kapatılmaya; yerine Halid-i Nakşi Kürt-i Tekkeleri kurulmaya başlanmıştır.
Bu dönemde Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir; 1839 Birinci Tanzimat Fermanıyla da Kürtler, askerlikten muaf tutulurlar (Tarihçiler, Kürtlere verilen bu ödünleri, “Şah İsmail diyeti” olarak niteler…)
Yine bu dönemde Türkler, saraydan, ordudan ve kurucu düzenden ( müesses nizam) dışlanır.
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak, Türk nüfusunu azaltmak için Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri tamamen Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılıp, kırdırılır; hayatta kalanların da ganimet toplamasına izin verilmez.
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler, kendi aralarında paylaşırlar…

* *

Ordudan, saraydan ve kurucu düzenden yavaş yavaş dışlanan, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı, bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için Kürtleşmeyi stratejik bir hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır…
Çaresizlikten Kürtleşmeyi seçen bu Türklere, Kürtleşen Türkmenler anlamına gelen “Ekrad-ı Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Halen Tahran’da çok büyük bir Türk nüfusu yaşamaktadır.)

Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve Alevilik, bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir; ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir.
Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler, dışlanmış; mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Arap Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetvalarla; Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar,

Rönesans’ı İngiltere kapar.

(Matbaa, Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir.1527’de Ermeniler, 1563’te Rumlar matbaaya kavuşur.

Dinle beyinleri uyuşmuş Arap mollalar, her seferinde yeni bir fetva ile Osmanlının matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz ama bilgiye sahip olmak için çok geçtir artık…)

Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır.

1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir ’Türk Osmanlı İmparatorluğu’’ varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?!… (Osmanlı bu dönem; 1683 Viyana Bozgunu’ndan, 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşı’na kadar tüm savaşları kaybetmiştir.)

Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi-mezhepçi politikalara dönülmeseydi koca bir imparatorluk batar mıydı?

Ve yine; Mevlanaların, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaşı Velilerin, Seyit Gazilerin, Ahmet Yesevilerin… İslam’ı, İslam değil miydi?

Osmanlıyı kuran Şeyh Edebalilerin İslam’ı, Akşemseddinlerin İslam’ı İslam değil miydi de; devleti, Ebu Suudlara teslim edip, batırdık koca İmparatorluğu?…

Bugün de aynı sürecin devam etmesi, tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.

Ahmet Yesevi der ki: “Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”

O nedenle, “Arap sevici mezhepçi” değil “Cumhuriyetçi” olmak zorundayız.

* * *

Ben o nedenle Atatürkçü ve cumhuriyetçiyim.

O nedenle Türklüğümle övünüyor; Türklük kavramının, Anadolu Halkları için bir şemsiye olduğuna inanıyorum.

O nedenle her fırsatta, “Ne mutlu Türküm diyene” diyorum.