1969 yılının Ekim’iydi…
Eskişehir İ.T.İ.Akademisi’ne
kaydımı yaptırmış, tanıma ve öğrenme amaçlı yerleşkeyi geziyordum.
Onu ilk kez, yerleşkenin ana
binası konumundaki ünitenin duvarına rölyef (kabartma duvar resmi) yaparken
gördüm.
Çevreyle tüm bağlarını koparmış,
yaratmak istediği eseriyle bütünleşmiş, çalışıyordu.
İşine öylesine kaptırmıştı ki
kendini, kimseyi görmüyor, kimseyi duymuyordu sanki.
Tılsımı bozmaktan çekinerek, bir
kenara oturup, soluk almadan izlemeye başladım.
Bir süre sonra ben de kaptırdım
kendimi.
Rölyef belirginleştikçe, daha bi kapılıyor, daha bi çakılıyordum
oraya.
Bir ara, “orada oturup duracağına,
yardım et” dedi, yüzüme bile bakmadan.
“Tavayı uzat…” dedi.
Büyük bir heyecanla, harç tavasını
kapıp, vardım yanına.
“Onu şuraya koy, keskiyi ver…”
dedi, verdim.
“O keskiyle şu fazlalığı al…”
dedi, aldım.
… …
Aldım, verdim, yaptım… derken,
ukalalık damarım kabardı; eleştiriye başladım…
“Şurayı biraz daha tıraşlamamız
lazım…” dedim ve onayını almadan da tıraşlamaya başladım.
Güldü…
Güldüm…
“Böylece bırakalım” dedi.
Bıraktık.
* * *
Kaç ay sonraydı ya da hangi aydı
anımsayamıyorum, öğretim dönemi başladı.
Ders için amfiye girerken baktım,
rölyef bitmiş, çok da güzel olmuş…
Yanımdaki arkadaşlarıma, “bu rölyefde
benim de emeğim var” dedim, bir anlam veremeyip, bön bön baktılar yüzüme…
İlk dersimiz Maliye…
Güleç yüzlü biri girdi kapıdan;
“ben Doçent Doktor Yılmaz Büyükerşen” dedi, o müthiş özgüven yüklü
diksiyonuyla…
Yanımdaki arkadaşıma, “Ya ben bu
adamı tanıyorum, bu bizim heykeltıraş…” dedim.
Sesim fazla çıkmış ki, hoca da
duydu…
Güldü.
“Ben de seni tanıyorum, asistan…”
dedi, “dersten sonra beni gör, yeni bir
rölyefe başlayacağız…”
* * *
O gün bu gün idolümdür Yılmaz
Hoca…
Hep yakın oldum ona, yakın durdum,
yakından izleyip, yakından gözlemledim.
Ben Akademiye başladığım
dönemlerde, yerleşke; kıraç bir tepenin üzerinde ilkel bir görüntüye sahip, kel
alaka bir yerleşkeydi.
Akademi yaşamım boyunca, o
yerleşkenin, her gün, her saat, her dakika, her an nasıl değiştiğini, nasıl
değiştirildiğini, nasıl iyileştirildiğini gördüm.
Ot bile bitmeyen o kıraç arazi,
kısa bir sürede orman içinde müthiş bir yerleşkeye döndü.
Ben o gün bugün, Tanrı’nın, Yılmaz
Hoca’yı; “sürekli üretsin, çevresine sürekli doğruyu, güzeli, estetiği
öğretsin, göstersin…” diye yarattığına inanırım.
Olağanüstü üretme ve yaratma
gücüne sahip bir insandır.
Bulunduğu her ortamı, her çevreyi
kısa sürede iyileştirip, güzelleştirir.
Üretmekle yatar, üretmekle kalkar.
İyi bir bilim adamı, iyi bir hoca,
iyi bir yönetici, iyi bir önder, iyi bir karikatürist, iyi bir ressam, iyi bir
heykeltıraş, iyi bir şehir planlamacısı, iyi bir belediye başkanıdır.
Bakar ve görür. Gördüğü her şeyi
en ince ayrıntısına kadar hafızasına kaydeder, günü gelince de tek tek
kullanır.
İyi bir Atatürkçü, iyi bir
yurtseverdir.
Tüm öğrencilerinde olduğu gibi
bendeki izleri de çok büyüktür.
… …
Hep söylerim; şu ülkenin çok
değil, yüz tane Yılmaz Büyükerşen’i olsun, Türkiye’nin çehresi değişir.
Bu ülkenin Yılmaz Hoca gibi
insanlara, hocalara, önderlere ihtiyacı var.
… …
İsterim ki Yılmaz Hoca, Eskişehir
sınırları içinde kalmasın.
İsterim ki Yılmaz Hoca, ülkenin
tüm belediye başkanlarını, eğitsin, “üretken ve yaratıcı belediyecilik” nasıl
olur, göstersin.
İsterim ki Yılmaz Hoca
cumhurbaşkanı olsun; tüm ülke, nasıl cumhurbaşkanı olunurmuş görsün…