Türk milleti Kurtlar Vadisi ve türevi dizilerle, genç dimağlar ise uzun siyah kaşe mont içi, mavi gömlek altı simit vesson tabancayla tanışmadan yıllar yıllar önceydi .

O dönemler hayatımızdaki en büyük ekşın, evdekilere yakalanmadan gecenin bir vakti su içme ayağına misafir çikolatasını matematiksel bir özenle yemek (kural 1 . aynı sıradan iki çikolata alınmaz, kural 2 yaladığın çikolata gerisin geri konulmaz)…

Ya da apartmandaki terliklere bakarak annemizin hangi dairede olduğunu şerlok holms gibi şıp diye bulmak,tı...

Televizyonda kanal kavgasının yapılmadığı günlerdi ki zaten tek kanal vardı.

Hepimiz necefli maşrapayla büyümüş insanlarız o yüzden maşrapanın yeri ayrıdır bizde...

Pazar sabahları vahşi batının en has adamları Con Veyn, Yul Braynır , Stiv mak Kuin siyahlı beyazlı konuk olurlardı hayallerimize ...

Ardından Hikmet Şimşek ve Pazar konseri ...

Kâbus gibi geliyordu pazar konserleri; bizim eve televizyon girdi gireli böyle eziyet görmemiştik .

Zamanla alıştık bu bize işkence gibi gelen bol aletli müziğe, ama Hikmet Amca sayesinde değil, Deni Key denen sarışın hergele bir adam hem konserde şeflik yapıyor, hem de türlü türlü komiklikler yaparak insanların ilgisini çekiyordu ...

İlk zamanlarda Hikmet amcayı televizyonda gördüğümüzde yaz tatilinde ders çalışasımız bile geliyordu, o derece yani ...

Sonrasında Adile Naşit ve kuzucukları , Barış Manço ile 7’den 77’ye, kuzen Lari ve Balki Bartokumus, Çarls iş başında , süper araba Kit ve Maykıl Nayt , Hava kurdu , İpek yolu, Halit Kıvanç, Orhan Boran, Bonanza, Küçük ev , Can Akbel’le kele bakış, Özay Gönlüm, Kamil Sönmez, Zengin ve Yoksul, Dallas... ki Dallas’a ayrı bir parantez açmak gerekir aslında .

Dallas memleket asimilasyonumuzun başlama noktasıydı, o ana kadar böylesi meşhur olan Ceyar gibi bir kötü adam görmemişti Türkiyemin güzel insanları ,

Bizim gördüğümüz en kötü karakter Erol Taş’tı, o da eliyle tavuk budu yiyerek bunu hepimize gösterirdi ...

Biz de onu çarşıda pazarda nerede görsek taşlar ve haddini bildirirdik, ama Ceyar öyle miydi ya ?

Ceyar zeki, kibar, naif, eğitimli, iyi karakterli zannedip evde besleyebileceğin ve fakat bir o kadar da anasının gözü bir kötüydü, kötülükte Nirvanaydı, emellerine ulaşabilmek adına ana avrat, bacı gardaş her gününde el olurdu ...

Daha önce izlediğimiz siyah beyaz hayallerde kötüler er geç kaybederdi, ama Ceyar öyle mi? Yıllar geçtikçe büyüdü, serpildi ve milletin anasını ağlattı.

Kardeşi Babi’nin ondan çektiğini, İngiltere’den içerde dışarda 8 yiyen Türk milli takımı çekmemişti.

İşte biz de tam ondan öğrendik, güçlü olmak için insanlara dalavere yapmanın, hak yemenin, pisliğin kralını yapmanın, aslında o kadar da kötü bişey olmadığını...

Yahu aslında hazır değildik biz bu adama.

Anlamazdık öyle çetrefilli işlerden, kötülükle ilgili komplike planlardan, bizim için kötülük sokakta top oynarken bize kızan teyzenin apartmandan aşağı bi kova pis suyu boca etmesiydi.

En büyük düşmanımız o teyzeydi.

Aklımızdaki tek karmaşık soru da, o teyze o kadar pis suyu neden biriktiriyordu...

Nettik, ya siyahtık ya beyaz.

Mış gibi yapmazdık; ya sever, parmağımızı camla keser, kan kardeş olurduk, ya sevmez mahalle savaşları yapar, taşla birbirimizin kafasını yarardık.

Ceyar zehrini akıtmıştı bi kere ..

Artık bize de toplum olarak onun yolundan gitmek kalmıştı ...

Hayallerimiz, büyükbabamızın eve “ahanda size renkli televizyon” diyerek getirdiği yeşil plastik ekran gibi abuk bir hal almıştı ...

Evdeki küveti hiçbir şekilde yıkanmak için kullanmamış bir neslin temsilcisiydik biz.

Küvet; ya sular 10 gün gelmezse diye su rezervi yaptığımız mini depolardı ve biz öyle bir nesildik ki bi tarafımız donmasın diye salonda sobanın dibinde leğenin içinde annelerimiz tarafından kafamıza tasla vurarak yıkanmak suretiyle ortaokulu bitirirdik ...

Taksi’nin adını bayramlarda duyardık.

Almanya’dan havalı akrabalarımız bize Alman çikolatası ve kutu kola getirirdi.

Hatırlarım bizim mahallede bir arkadaşımız Almanya’dan amcasının getirdiği kutu kolayı açmadan 6 ay her sabah sokakta bize göstermek suretiyle havalandırıp akşam aynı titizlikle eve çıkarırdı .

Mahallenin zengin şişko ve bi o kadar da uyuz çocuğunun meşin topu olurdu, takımı o kurar sıkılınca ya da kafası kızınca ‘top benim oğlum ya benim dediğim olur ya da gidin kendi topunuzla oynayın’ der ve restini çekerdi .

Kurallar basitti .

1-Top uzağa giderse atan alır spordu, ama bir tek istisna olarak topun sahibi topu almaya gitmezdi.

2-Penaltıları topun sahibi atardı.

3-Üç korner bi penaltıydı.

4-Pis burun vurmak ve abanmak yoktu .

Zırt pırt elektrikler giderdi , her sonbaharda soba kurmaktan anamız ağlardı. Bu arada soba kurumu teneffüs etmemiş insan bizden değildir...

Muzu, hamburgeri ailemiz karne hediyesi olarak alırdı ,

Her mahallede en fazla 3 bisiklet olur ve herkes 1 tur binerdi .

Şaşalı ve havalı bir hayatımız yoktu, doğalgaz, metrobüs, akbil, ekspresso, bilgisayar, led ekran tv, akıllı cep telefonumuz yoktu .

Telefon her apartmanda 1, bilemedin 2 kişide olurdu. Şehirlerararsı aramak için telefonun bağlanmasını bekler, 3 saat sonra zor bela görüşebilirdik sevdiklerimizle.

Duble yollarımız yoktu, balçıktı yollar, ama bazılarının zannettiği gibi katır sırtında da geçmiyorduk Avrupa yakasına.

Yokluk vardı, yoksulluk vardı ama mutluyduk be ..

Ciddi mutluyduk, harbiden ...

Yoktuk yoksulduk ama şimdiki gibi aç değildik, aç gözlü değildik...

Bu günkü yazıyı da bi fıkrayla bitirelim bari ...

Hatırlayanlar bilirler bir zamanlar Yıldırım Akbulut isminde, ismi ve cismi ile müstesna bir Başbakanımız vardı ...

Hikaye bu ya…

Yıldırım Akbulut bir gün taksiye biner.

Şoför biraz yol gittikten sonra sorar: “Abi sana bir Akbulut fıkrası anlatayım mı?”

Akbulut, bozuk ama naif bir sesle yanıtlar: “Arkadaşım ben Yıldırım Akbulut'um!..”

Şoför aynadan müşteriyi süzer ve : “Olsun abi, ben de yavaş yavaş anlatırım.”

Muhabbetle....