“Sığırlar, hâlâ aynı yerde otluyorlardı” başlıklı dünkü yazımda; Öğretmen Nedim Çakmak’ın, 1950’li yıllarda yaşandığını tahmin ettiğim iki anlatısına yer vermiştim…

Özetle şöyleydi o anlatılar;

Çakmak Öğretmen, kahırla anlattığı ilk olayda, görev yaptığı köyde, hurdacılardan topladığı ıskartaya çıkmış elektronik parçalarla imal edip, köylülere dağıttığı radyolardan dolayı; ‘vergi kaçırdığı gerekçesiyle’ cezalandırılıp, sürgüne gönderildiğini anlatıyor.

İkinci olayda da; bu kez sürgüne gönderildiği köyde, köyün akarsuyundan elektrik üretip, köy halkının hizmetine sunduğu elektriğin, “kaçak üretim olarak değerlendirilmesi sonucu” yine ceza alınca; “lanet olsun sizin mevzuatınıza” deyip, öğretmenlikten istifa ediyor ve ülkeyi terk ediyor.

Denizlere açılıyor, tankerlerde süvarilik yapıyor.

Yıllar sonra tekrar ülkesine döndüğünde; değişen hiçbir şeyin olmadığını görüyor ve durumu, “sığırlar, hâlâ aynı yerde otluyorlardı” başlığıyla özetliyor.

* * *

Bu yazımın yayımı sonrası onlarca ileti aldım.

Bu iletilerin bir bölümü, “İşte bu nedenle iki yakamız bir araya gelmiyor” şeklinde özetlenebilecek görüş ve düşünceleri içeren iletilerdi.

Diğer bölümü de; “bu anlatıya da köşenizde yer verin lütfen” diyen yaşanmış öykücükleri içeren yazılardı.

Aşağıdaki öykücük, onlardan biri.

Hasan Uzun göndermiş.

Diyor ki Hasan Uzun;

“Ankara İncek’teki LÖSANTE Hastanesi’ndeydim dün.

LÖSANTE, Lösemili Çocuklar Vakfı.

Anılan Hastane; LÖSEV’in tamamen bağışlarla kurduğu, muazzam bir hastane.

Oraya kadar gitmişken LÖSEV’in kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Üstün Ezer’e de uğradım.

Üzgündü.

Nedenini sordum.

Gözleri buğulandı, bir sayfa uzattı, “al, oku” dedi…

Uzattığı sayfaya baktım; bir mektup…

Kaan Özelçam yazmış.

Mektubu okuyunca ben de Ezer Doktor’un ruh haline büründüm.

Kaan Özelçam, bu mektubu yazıp, annesine vermiş; Ezer Doktor’a ulaştırması için…

“Bu mektup adresine ulaşmalı” dedim ve izin aldım Üstün Ezer Doktorumdan…

Sağlık bürokrasisindeki herkes okusun bu mektubu.

Ve Sağlık Bakanımız Sayın Fahrettin Koca Beyefendi de okusun

Noktasına, virgülüne dokunmadan aktarıyorum mektubu…''

* * *

“Bundan 6 sene önce lösemi hastalığına yakalandım.

Ankara’da LÖSEV’in, LÖSANTE Hastanesi’nde çok zor olan tedavim başladı, 2 sene sürdü. Tam ‘iyileştim’ derken; hastalığım tekrarladı.

Tekrar başa döndük ve 3 yıllık tedaviye başladık.

Hiç yıkılmadım, ‘Ben bu hastalığı yeneceğim’ diye anneme ve kardeşlerime söz verdim.

Ama lösemi canavarı, beni 3’üncü kez pençesine alıp, tekrarlayınca tam umudum kırılmak üzereyken; (sağ olsunlar) LÖSEV’in doktorları yine imdadıma yetişti ve ‘sana kemik iliği nakli yapacağız ve yaşatacağız seni…’ dediler.

Bu kez üçüncü kez uzunca bir kemoterapi aldım.

Yine saçlarım döküldü, yine ateşler içinde yandım ama sonunda Kemik İliği Nakli Servisi’ne geçmeyi başardım.

LÖSEV LÖSANTE Hastanesi’nin Kemik İliği Nakli Servisi, tıpkı bir uzay üssü.

Her tarafı havadaki gözle görülmeyen en küçük tozları, mikropları süzen hepafiltrelerle kaplı.

Doktorlar, hemşireler içeri girerken özel solüsyonlarla yıkanıyorlar, çok özel kıyafetler giyiyorlar.

Annemden başka kimse içeri giremiyor, o da dışarı çıkamıyor.

Adeta fanusta yaşıyordum.

Kapıların birisi kapanmadan diğeri açılmıyor.

Anlayacağınız, sağlığımız için dünyanın en steril Kemik İliği Nakil Merkezi’ndeydim.

Bir gün hematoloji uzmanı profesör doktor odamıza geldi ve “Artık radyoterapi (ışın tedavisi) alacaksın, sonra da kemik iliği naklini gerçekleştireceğiz. Ama radyoterapi için başka hastaneye gideceksin” dedi.

Şaşırmış ve üzülmüştüm.

- Bizim hastanemizde yok mu, dedim.

- Var, hem de dünyanın en iyi radyoterapi cihazları var ama kullanamıyoruz, dedi.

- Neden, diye sordum.

- Çünkü Sağlık Bakanlığı ruhsat vermiyor, yani çalıştırmamız yasak.

- Neden, kötü bir şey mi yaptınız?

- Hayır, her şey yönetmeliklere uygun. Hatta Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’ndan (TAEK) ruhsat da alındı ama kullanamıyoruz.

… …

Bağışıklık sistemim çökmüşken ve bu servisten dışarı adım atmamam gerekirken hem sabah hem de akşam (günde 2 defa) başka bir hastanede radyoterapi almak için dışarı çıktım ve ışın aldım.

Düşünebiliyor musunuz, hem milletin tuğla bağışlarıyla satın alınmış dünyanın en mükemmel, 5 milyon dolarlık aleti LÖSANTE Hastanesi’nde çürüyor hem de ben aynı hastanede 2 kat aşağıdaki bu özel merkezde ışın tedavisi alabilecekken dışarıya yani mikrop dolu ortama çıkıp hayatımı tehlikeye atıyorum.

En son olarak size şunu itiraf etmek istiyorum: “Beni lösemi hastalığı öldüremedi ama bürokrasi canavarı öldürebilecek.”

Belki de sayılı günlerim kaldı.

Ben görmedim ama bu mektubu herkese iletirseniz, sizin sayenizde başka lösemili çocuklar bu cihazın çalıştığını (belki) görebilirler.

Saygı ve sevgilerimle.

Kaan Özelçam.”

* * *

Evet, ölümün eşiğindeki Kaan Özelçam’ın; Hasan Uzun kanalıyla gönderdiği mektup böyle.

Ha 1950’li yıllarda, Nedim Çakmak Öğretmenin yaşadıkları; ha 2000’li yıllarda Kaan Özelçam’ın yaşadıkları ve onlara yaşatılanlar.

Arada geçen süre, yarım asırdan fazla.

Bir önceki yazımın sonunda; “O günlerden bugünlere, değişen bir şey var mı; bana göre yok!” demiştim.

Yine soruyorum.

O günlerden bugünlere değişen bir şey var mı?

Bana göre yok.

Hazreti mevzuat, egemenliğini sürdürüyor hâlâ.

Hâlâ aynı yerde otluyoruz!