Hayatımız tiyatro, dizilerde yaşıyoruz.

Kaderimiz senaryo, istiareye yatıyoruz.

Bir masal diyarında, birileri çalıp oynuyor,

Bizler aval aval aptal kutusuna bakıyoruz…(Mehmet Özata)

İki binlerin başında Amerika’da ve Avrupa’da yetkililer Televizyon müptelası halkı uyandırmak için, “Televizyonun düğmesini kapatın, hayatın düğmesini açın” çağrısıyla bir kampanya başlatmışlardı. Toplumsal duyarlılığı yüksek olanlar bu çağrıya kulak verip tabiatın kucağında mutluluğu yakalamışlardı.

Şarkın uygarlık güneşi batıdan doğduğu için, bizler o yıllarda Brezilya dizileriyle yatıp kalktığımızdan bu çağrının anlamını kavrayamamıştık.

Ben de o yıllarda, bu çağrıyla Çorum Haber ve Osmancık Haber gazetelerinde köşe yazıları yazarak, televizyonların hayatımızı kararttığına dikkat çekmiştim.

Sonraki yıllarda, yazılı ve görsel medyanın yaptırıp pazarladığı aptal diziler her şeyi berbat etti. Halkımız bu aptal dizilerin müptelası oldu. Televizyonlarda, gazetelerde dizi oyuncularının aşk dedikodularından başka haber yapılmaz oldu.

Eli yüzü düzgün ama zır cahil bazı oyuncu kızlarımızın düzeyli beraberlikleri, kaçamakları, devre mülk ve haftalık aşkları hayatımızın bir parçası oldu. 

İstanbul İstinye Park denen bir alışveriş merkezinde pusuya yatan magazin muhabirleri bu oyuncu kızlarımızı ve delikanlıları resmederek haber yapıp duruyorlar.

Bir muhabire e-postayla, ” delikanlı bana ne, bu uçuk ve garip insanlardan! Neden, bir bilim insanından, yazardan, şairden, bestekârdan ve gerçek sanatçıdan haber yapmıyorsunuz? “dediğimde, “hocam, siz hangi devirde yaşıyorsunuz, bilim insanlarını, yazarları, şairleri, sanatçıları merak eden halk nerede? ” diye yazmıştı. Her nasılsa, bazı gazetelerin yaptırdıkları diziler her gün izleyici rekorları kırıyor!

Utanmadan, sıkılmadan her gazete kendi yaptırdığı diziyi reyting birincisi ilan ediyor.. 

Ortalama tahsil seviyesi ilk okul dört olan ülkemizde, halk bu aptal diziler yüzünden   operayı, tiyatroyu, konseri, okumayı, yazmayı ve ailece görüşmeyi unuttu.

En çok da, İstanbul Kadıköy’de yaptığım Şiir ve Müzik gecelerine çağırdığım bazı arkadaşlarımın, “ Özata söz veremem, bakalım o akşam hangi dizi var?” sözleri beni çileden çıkarırdı. Ben de,” tamam arkadaş, sen benim şiir geceme gelme, ben zaten sana hitap etmiyorum” diyerek, tepki koyardım.

Hele sporda yaşadıklarımız ayrı bir felâket. Geçen sene Kulüpler Birliği sporda yaşanan şiddet, şike ve teşvik olaylarını önlemek için bir kanun taslağı hazırlayıp, Hükümete, muhalefete rica ederek yasalaşmasını sağlamışlardı.

Yasanın çıkmasından sonra baktılar ki, yaşanan olaylar zülfü yâre dokunmaya başladı. Kulûpler Birliği,” aman bu yasa bize uymaz, seyirci gelmez, reytingler düşer, para kazanamayız, biz ettik, siz etmeyin, bu yasayı T.B.M.M.’de iptal edin, biz yine bildiğimiz usullerle oyuna devam edelim,” diye feryat etmeye başladılar. 

Ne garip âdemleriz, her yanımız ârıza,

Şeytan bile şaşıyor, yaşanan olaylara,

Demiş, “Tanrım illallah bu şeytan insanlardan”

Bana gerek kalmadı, dönüyorum mezara..(Mehmet Özata)

Aşk Bahçesi adlı bir filmde güzel oyuncu Natalie Woud, “Sararan çimenlerin yeşilliğini, solan güllerin rengini hiçbir şey geri getiremez ama, yine de hayat yaşamaya değer” diyerek, karamsar gönüllere su serpmişti.

Ben de şu dörtlükle, kararttığım gönüllerinize hayat enerjisi vereyim istedim.

Hangi dağın bir kenarı yol değil.

Hangi deniz bir sahilde son değil.

Başın eğme bu hâlimiz ar değil,

Daha mutlu günlerimiz var gülüm…(????) İnşa’Allah vardır….     

4 EKİM 2011