I

İlk bakışta her şey tamamdır da bir şey eksiktir yine de… Bir histir bu. Bakılıp da görülmeyen bir ses, bir koku, bir renk vardır, dokunacak denli yakın olduğumuzu hisseder de ulaşamayız ona.

Herhangi bir duyguya takılıp kalmak hem kendimizi hem de hayatı keşfetmemizin önüne neredeyse aşılmaz bir duvar çeker.

Bu duygu, geçmişe yönelik ise “O niye böyle oldu veya olmadı?” soruları çamura saplanmış araba gibi bize patinaj yaptırır durur. Geçmişte yaşayanlar…

Bu duygu, geleceğe yönelik ise “O şöyle olursa ya da olmazsa” bir başka saplantıdır. Gelecek kaygısıyla yaşayanlar…

Her iki duygu, düşünce boyutu da ister istemez mutsuzluğu besleyecektir. Gün ise biricik gerçeğimizdir. Gün güneştir, ışıktır. Işığı görmezden gelmek, bakıp da görememek ya da. “Ben neden mutsuzum?” sorusu kemirir durur hayatları.

Hayata nereden ve nasıl baktığımız belirleyecektir tercihlerimizi.

Şair Hasan Hüseyin der ya, “Kör olasın demiyorum / kör olma da gör beni” diye.

II

Bir nehre ait olmak hem denize gitme hem de göğe çıkma umudu taşımaktır. Aynı anda denize karışırken göğe çıkmanın keyfi.

Nehir olmanın bir keyfi daha vardır şüphesiz. Dağlardan süzülüp, ormandan geçerken, döne kıvrıla hâlleşirken yazıyla, harf devşirerek varsıllaşmanın güzelliği.

III

Bir şiiri, bir metni de diyebiliriz buna, o metin ve/veya müellifi kaç yaşında olursa olsun; gençken, genç gibi okuruz; biz yaş aldığımızda ise o metni yaşlı gibi.

Bu durum bir bahtiyarlıktır. Gösteren gösterilen ilişkisindeki algı boyutu. İşte buna metnin varsıllığı demeliyiz. Ya da o metni okuyanın açı ve mercek farkı…

Dün-gelecek sarkacında güne bakarken de “Niye ben onu öyle yaptım?” diye hayıflanmak yerine, “O yaşımın aklıyla o tarihte öyle yaptım. Her yaptığıma imzamı atarken bir de tarihini yazarım” demek bizi “keşke” tuzağından kurtaracaktır.

IV

Yol/yolculuk hâli doğanın akış sürecidir. Hep gidilen, gidilmesi istenen, özlenen bir yer vardır.

Yol/yolculuk esnasında gidenin kendi geçmişliyle de hesaplaşması vardır satır aralarında.

“Gövdelerden söz ediyorum” dedim, “Belki de bavul gibidirler, biz kendi kendimizi taşırız.” (Antonio Tabucci, Hint Gece Müziği, sf. 40)

Bavul misali taşınan “gövde” bir yüktür bazen o yolculukta ve taşıdıkça da ağırlaşan bir şey. Gövdenin yük olmasının arka planında yolcunun geçmişten yüklenip geldikleri vardır çokluk.

Yolcu soluklandığı duraklarda anılarını yazacakmış gibi olsa da bir anda, sabahla birlikte vazgeçer gibidir. “iki gibi” arasında kalmışlık hâli. Kanatlanıp da gitmiştir sanki harfler. Dağın gölgesi devrilip kalmıştır vadide. Suskunu çığlığı Itri’nin Nevakâr’ı edasıyla uğuldar durur can evimizde.

Yol lâkin çakıp sönen bir deniz feneridir sanki. “Buralardan çok sıkıldım” dedi, kimdi o, “İstanbul’a gideceğim oğlumun yanına”

“Sen oraya gittiğinde sakın sıkıntın, senden önce gidip de otağ kurmuş olmasın orada” dedim.

Soran kimdi, yanıtlayan kim?

Şöyle der bir Hint atasözü, “Şair yağmurdan söz etme bize, o yağmuru yağdır.”

O ıslak rüzgâr dokundukça yüzümüze, bir yerlere yağmurun yağdığını söyler bize. Yol çakıp sönen bir deniz feneridir yolcular.

V

Düş kurmak, ev kurmak gibi bir şeydir. Hep söylüyorum, yazıyorum da düş ve rüya eşanlamlı değildir. Rüya bir uyku hâlidir ve ne göreceğimizi bilemeyiz.

Düş ise uyku dışında bilerek, isteyerek kurduğumuz bir yapıdır. İlk tümcede ev yapmaya benzetmem de bu yüzdendir. Kurduğumuz düş içinde ışık yıllarınca bir zaman yolculuğu mümkündür. Küçümen bir düş bile en azından bir galaksidir. Yaşanmış ve yaşanmamış zamanların örtüştüğü bir iklim. Düş kurmak bir sanattır. Düş, düşler biricik geçeğimizdir bizim.

VI

Harf yakıştırmak yazıya

Bir avuç su alıp da ah

Akıp giden zamandan

Genişletmektir hayatı…