“ Halk” bir genelleme aslında. İçinde çeşitli sosyal kesimleri barındırır. Kabaca, emek harcayarak yaşamını sürdürmeye çalışanlar ve çalışanların yarattığı artı- değerle yaşamını sürdürenler olarak kategorize edebiliriz.

       “ Halk” diye başlayan analizler sapla samanı karıştırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü bu iki kategorinin çıkarları ters orantılıdır ve aynı kefeye konulması, sorunlarının aynı paralelde irdelenmesi Elma’yla Armut’ un toplanması kadar abestir.

       “ Halk, hiçbir dönemde bugün olduğu kadar yalnız olmadı” diye söze başlarsak iktidar tarafından kayırılanlarla,  haksızlığa uğrayanları aynı kefeye koymuş oluruz. Bu da terazinin aynı kefesine koyduğumuz leblebiyle altının hangi değerden fiyatlandırılacağı çözümsüzlüğüne götürür bizi.

       Burada söz ettiğimiz halk, sermayedarlar, işadamları, bürokratlar, fabrikatörler, işverenler değil elbette… Çünkü onlar bugün olduğu kadar hiçbir zaman sahiplenilmedi.

       Mesela bankalar altın çağını yaşıyor. Karlarını ilan ediyorlar gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında, kredi kartı kullanan vatandaşın yaptığı alışveriş ve kullandığı nakitten aldıkları faizler yetmiyormuş gibi kart aidatı adı altında yılda birkaç kez söğüşleyerek…

       Kredilerden “ dosya masrafı” adı altında neyin karşılığı olduğu bir türlü anlaşılamayan hatırı sayılır meblağları kasalarına indiriyorlar ve övünüyorlar ettikleri karla! Mahkemeler bu kesintilerin usulsüz olduğuna hükmediyor ama devlet bu usulsüzlüğü önlemek adına kılını bile kıpırdatmıyor. Mahkeme kararını emsal göstererek bu usulsüz tahsilatları, bankaların akıl almaz engellemelerine ve zora koşmalarına karşın, Tüketici Hakları aracılığıyla geri almayı başaran vatandaş ya kartının iptal edileceği tehdidiyle bundan vazgeçirilmeye çalışılıyor ya da kart aidatı kesintileri devam ediyor. Ve şimdi de lütufmuş gibi, dosya masrafsız kredi reklamları yapılıyor. Sanki mahkeme usulsüz olduğuna karar vermemiş gibi.

       Hükümetimiz ne yapıyor?  Duymuyor, görmüyor, umursamıyor ve bankacılık sektörünün başarısından kendine pay çıkarmaya çalışıyor…

       Halkın yalnızlığı dedik ya!

       Önce halkı yoksullaştıracaksın, işsiz bırakacaksın ya da kayıt dışı istihdama göz yumarak asgari ücretin de altında çalışmak zorunda bırakacaksın, aldığı ücretle geçimini sağlayamayan insanları bankaların kucağına atıp soyulmalarına göz yumacaksın… Sonra da çıkıp fakir, fukara, garip, guraba edebiyatı yapacaksın!

       Oh, ne ala memleket!

       İşçiler taşeron şirketlerin insafına bırakılmış. Ücretleri ödenmiyor, sendikalaşma girişiminde bulunanlar kapı önüne konuluyor ve kimse sahip çıkmıyor. Aç mısınız, açık mısınız diye soran yok!

       Valilik, kaymakamlık, muhtarlık ve hayır derneklerinin kapılarında yalvar yakar üç kuruş yardım almak için onurunu çiğnetiyor. İktidar partisinin kasasından çıkıyormuş gibi, yapılan yardımların karşılığında kendisini iktidar partisine borçlu ve oy vermek zorunda hissediyor.

       Üniversiteyi bitirmiş insanlar işsiz. Yaşamını sürdürmesine bile yetmeyen maaşlı bir iş bulan üniversiteliden, okurken aldığı burs ve krediler, faiz eklenerek katlanmış biçimde geri isteniyor.

       Ataması yapılmayan öğretmenler meydanlarda, parklarda, çadırlarda seslerini duyurmak için aç susuz, per perişan…

Ama onların kulakları var duymuyor, gözleri var görmüyorlar…

       Neden mi?

       Çünkü onlar iktidar partisinin seçmenleri değil.

       Çünkü onlar itaatten, biat kültüründen yoksun. 

       Çünkü makarnayla, yağla, pirinçle, kömürle kandırılamazlar…

       Çünkü okumuşlar, aydınlar ve hepsi de biraz “ monşer…”

       Anneler de yalnız…

       “ Kocam beni öldürecek” diye devlete sığınıp, koskoca devletin koruyamadığı ve sokak ortasında öldürülen anneler de, devlet koruyamadığı için cehennem azabına benzer işkencelere katlanmak zorunda kalan anneler de yalnız…

       Çocuklarını faili meçhullerde yitirmiş, yıllardır, yaz, kış demeden sokaklarda katillerinin bulunması için eylem yapan, çocuklarının bir mezarlarının olması için çığlık atan “ Cumartesi Anneleri” de yalnız…

       Her lafın başında “ Güçlü Devlet” nutukları atanlar, nedense bir türlü faili meçhullerin faillerini bulmak için kıllarını bile kıpırdatmazlar.

       Halkın diğer kesimi mi? Onlar koruma altında. Sendika yasaları değiştiriliyor, hükümet yanlısı sendikalar kurulup çalışanlar parçalanıyor ve dirençleri kırılıyor. Ekonomik krizlerde zamlar, vergiler çalışanların sırtına yüklenirken onların çalışanlarının maaşları bile devlet kasasından ödeniyor. İhracat ve ithalatta vergi indirimleri ve teşvikler sunuluyor.

       Mesela Özelleştirilen enerji dağıtım şirketleri zarar etmesin diye, tahsil edilemeyen kayıp kaçak bedelleri namuslu, çalıp çırpmayan vatandaştan söke söke alınıyor. Mahkemelerin bunun yasadışı olduğuna karar vermesi bile ilgili bakanlığın yaptırım uygulamasını sağlayamıyor… Üstelik faturalarda bu usulsüz kesintileri bile göstermemelerine yetkililer müdahale etmiyor.

       Halk yalnız, halk sahipsiz, halk biçare…

       Emeğiyle geçinen, kapısına haciz memurları gelen, alın teriyle kazandığı sabit maaşını, ücretini kuruş kuruş hesaplayarak bir sonraki maaşa kadar yetirmeye çalışan, bir kredi kartı borcunu diğer bir kredi kartından çekerek kapatan halk yalnız ve sahipsiz.

       Faturasını ödeyemediği için elektriği suyu kesilen insanlar ışıksız ve susuz evlerde yalnız…

       Oysa kalabalığız, sokaklar, caddeler, apartmanlar, statlar, trenler, uçaklar, otobüsler, fabrikalar, okullar, meydanlar dolusu kalabalık ve yalnızız…

Birilerinin sahiplenmesini bekleyen sokak kedisi kadar yalnız…