Mustafa Tütüncü, kısa dönem askerlik hakkını, güya zaman kazanmak için kullanmadığını, sonunda nefer olarak askere alınmasının kaçınılmaz hale geldiğini belirttikten sonra, askere uğurlanışını anlatıyor.

Buradan itibaren sözü, rahmetli Mustafa Tütüncü’ye, daha doğrusu hatıratında yazdıklarına bırakalım.

ASKER UĞURLAMASI

Vakta ki askere gitmekliğime mecburiyet hasıl olduğu anlaşıldı. Yol hazırlıklarına başlandı. Annem çamaşırlarımı ve saireleri hazırladı. Babam da harçlığımı verdi.

Davut oğlu Nuri ile birlikte arkadaş olduk. Ve yolculuğa hazırlandık.

1915 artık her şeyimiz hazırlandı. Ankara yoluyla gideceğimizden Ankara'ya kadar bizi taşıyacak bir yaylı tutuldu. Hısım akraba yol azığı getiriyorlar ve beni selametlemeğe (iyi yolculuklar temennisinde bulunmak, yolcu etmek) geliyorlar.

Gideceğimden bir gün önceki akşamı ahırdaki al atı tımar ettim. Suyunu yemini verdim. Altını üstünü güzelce temizleyip rahat ettirdim.

Ertesi gün sabahleyin erkenden kalkarak yine suyunu ve yemini verdim. Yelesini ve kuyruğunu taradım. Fakat her vakit ve daim beni gördükçe şaha kalkan ve oynayan hayvan hiç sesini çıkarmıyor. Meyusane bakıyor, öyle sakin duruyor ki, sanki hastalanmış ve yaralanmış bir hayvana benziyordu.

Bu hayvanın, benim evden çıktığım gün verilen arpasını yememiş, suyunu içmemiş olduğunu annem askerden döndükten sonra bana söylemiştir.

Öyle bir zaman gelmiş ki, bu hayvanı ahırdan çıkarmak mümkün olmamış, çok serkeşlik yapmış ve kimseyi üzerine bindirmemiş olduğunu yine annem anlatmıştı. Nihayetinde süvari zabitlerinden birine otuz iki altın liraya satmışlar.

Hareketimizin sabahı akraba ve taallukat, komşular evimize gelerek beni yolcu ettiler. Bittabi büyüklerin ellerini öperek ve küçüklerin ellerini sıkarak ve dualar edilerek, Davut Nuri'nin ve benim akrabalarım da atlara arabalara binerek bizi teşyi ettiler.

Şöyle ki; bizi çıkaranların sayısı mübalağa olmaksızın yüz kişiden fazla idi. Derinçay köprüsünde durarak ve orada herkes atlardan arabalardan indiler. Bir daire şeklinde ve küme halinde oturarak yapılan yolluklar ve azıklar açıldı. Akşama kadar yemek- içmek devam etti. Herkes mest-ü müdam bir îyş-ü nûşda devam ediyordu. Nihayet içimizden aklı başında olan birisi; "Arkadaşlar biz evlerimize döneceğiz, bunlar yola gidecekler akşam yaklaşıyor. Bunlar yollarına gitsin" demişti.

Biz ise güç hal ve acıklı bir manzara ile ayrılmaya mecbur olduk.

Yolumuza devam ederek gece geç vakit Pamucak köyüne geldik ve orada misafir kaldık.

Ertesi gün hareketle Alaca'ya geldik. Alaca'da Sadık Efendi zade Ahmet Efendi karısı ve benim de halam olan Safure hanım ikamet ettiğimiz hane sahipleri. Mükemmel bir sofra hazırlanmış, afiyetle yedik, içtik. Ertesi gün hareketle akşam vakti Yozgat'a ulaştık. Yozgat'tan Ankara'ya kadar kasaba olmadığı için bir miktar yiyecek ve saire alarak Yozgat'tan hareket ederek Sekili yoluyla Ankara'ya gidiyoruz.

Sekili'ye geldiğimizde erzakımız kalmamıştı. Köye giderek bir miktar yiyecek almak istedik. Köyde bir evin kapısını çaldık. Bir adam çıktı. Avlusunda birkaç hindi olduğunu gördük. Hindiyi satıp satmayacağını sual ettik. Köylü cevaben, satılık olduğunu söyledi. Fiyatını sorduğumuzda, yirmi kuruşa vereceğini söyledi.

Biz de asker olduğumuzu hürmet etmesini ve biraz aşağı vermesini söyledik, razı olmadı. O esnada hindilerden biri yanımıza kadar gelmişti. Hemen Davutoğlu Nuri hindiyi boğazından yakalayarak yere çarptı. " Biz Çorumluyuz. Çorum'da hindi beş kuruşa" diye köylüye bağırıp çağırmaya başladı.

Hindi yerde gitti gidecek, hemen bıçağımı çıkarıp hindiyi boğazladım. Ve köylünün eline on kuruş vererek oradan ayrılıp hana geldik.

Nuri'ye yaptığımızın yanlış olduğunu ve bu olaydan korktuğumu söyleyip, “Biz burada iki kişiyiz, adam köylüsünü toplar gelirse ne yaparız, bize hakaret ederler, belki dayak da atarlar” dedim.

Nuri," Korkma onlar bu işe cesaret edemezler, iş ters giderse senin yerine de dayağı ben yerim" demişti.

Ankara'da Bekir Efendi oteline misafir olduk. Sorduk öğrendik ki, asker sevkıyatı trenle değil yaya olarak yapılıyor. Biz ise İstanbul'a gideceğiz.

Çorum'da iken babam şöyle demişti. "Şayet Ankara'da bir müşkülatla karşılaşır isen, Kırşehir meclis âzası Müfit Hoca vardır. Benden selam söyle, sana muavenette (yardımda) bulunur ve suhulet gösterir." Müfit Hocayı buldum. Babamın selamını söyledim. Trenle sevkıyat başlayıncaya kadar Ankara'da kalmamızın teminine yardımcı olmasını rica ettim.

Müfit hoca beni yanına alarak Asker Misafirhanesine kadar gittik. Misafirhaneye kaydımı yaptırdı. Misafirhanede Ankaralı Başçavuş Ali Efendi diye bir zata tavsiye ederek benim misafirhaneye kayıtlı olduğumu ve her sabah misafirhaneye gelerek ispat-ı vücut ettikten sonra serbest olacağımı söyledi.

Biz de bu suretle yaya olarak sevkıyattan kurtulduk. 45 gün kadar Ankara'da avare bir halde vakit geçirdik. Velhasıl neticesini düşünmeyerek zevk-u sefa ile meşgul olduk.

Vaktaki tren sevkıyatı açıldı. Ankara'da artık usandığımızdan İstanbul'a gitmek için acele ediyor idik. İlk sevkıyata dahil olduk. Trenle Haydarpaşa'ya geldik.

İstanbul'dan kıtalara dağıtım Süleymaniye camiinden yapılıyordu. Süleymaniye camiinden bizi Kızıl Toprak'a sevk ettiler. Kızıl Toprak'ta müteşekkil Altıncı Makineli Tüfenk Bölüğü'ne verdiler. Acem Köşkünde kalıyorduk. İki ay kadar talim (eğitim) yaptım. Sonra beni Bölük Emini muavinliğine görevlendirdiler. Artık talime de gitmiyordum.

Birkaç ay sonra Kızıl Toprak'tan hareketle Beykoz'a geldik. Beykoz'dan sonra Dereseki köyüne yollandık.

Meşhur Kara-kulak Sarayı Dereseki köyünde idi. Müteşekkil Altıncı Makineli Tüfenk Bölüğü'nü Altıncı Fırka ve 156. Alay'a verdiler. Fırka Karargâhı Paşa bahçesinde idi. Fırka Kumandanı Miralay Şükrü Naili Bey, 156. Alay Komutanı da Kaymakam Süleyman Bey isminde bir zattı.

Alay karargâhı Akçababa köyündeydi. Burada bir müddet kaldıktan sonra önce Mahmut Şevket Paşa çiftliğine, sonra da Şile'ye gittik.

Bir müddet burada kaldıktan sonra Dudullu'ya geldik. Dudullu'da bulunduğumuz müddet zarfında Bölüğümüzün eksikleri ikmal edildi. Şayiaya göre 6. Fırka'nın Irak cephesine gideceği rivayet ediliyordu.

(SÜRECEK)

Editör: TE Bilisim