Biz gelirken hayale umutlara kapılmıştık. Bizi mükemmel surette karşılayacaklar ve izâz-ı ikram ile misafir edecekler ve müreffehen memleketlerimize gönderileceğiz.

Böyle umut ve hayallerle sevinerek geldiğimiz memlekette anlayamadığımız, bilmediğimiz haller...

Vapur Haydar Paşa açıklarında demir attı. Derhal iki adet şirket vapuru yaklaştı. Yine İngilizler ile tercümanlar karşımıza çıktılar.

Biz tercümanlardan havadis almak için bir takım sorular sorduk.

Tercümanlar; siz ne soruyorsunuz. İstanbul İngilizler, Fransızlar ve İtalyanların işgalindedir. İzmir'i Yunanlılar işgal ettiler....

Bu sözleri işittikçe çok perişan, çok müteessir olduk. Ne çare ki elden gelir bir şey yok. Boyunlarımız bükük vapurlara aktarma olduk. Şirket vapurları bizi Köprü iskelesine çıkardı. Bizi köprünün üzerine çıkardılar.

Köprü üzeri kalabalık. Gelen-giden bütün insanların hiç birisi bizim ile alâkadar olmuyor. Bilhassa Rumlar ve Ermenilerin çılgın zamanları imiş. Bütün nazarları müstehzi...

İngilizler ve tercümanlar başımızdan ayrıldılar. Bir Türk zabiti birkaç asker geldiler. Bizi Köprüden kaldırarak hareket ettirdiler. Sultan Ahmet camiine gidecek imişiz.

Köprü'den Sultan Ahmet'e kadar gitmek bizim için o kadar müşkül ki... Otuzbir gün vapur yolculuğu yapan insanlar bu mesafeyi nasıl yürüsün. Çantalarımız da var. Efradın ekserisi hasta ve zayıf bir halde. Biz bu halimizi gördükçe teessür duyuyoruz. Memlekete baktıkça bu teessür bir başka acı oluyor ki.. tarifi mümkün değil. Her ne ise mecburen yürüyeceğiz. Beş altı yerde oturarak dinlenerek Sultan Ahmet'e vardık. Yol boyunca hiçbir vatandaş bizimle alâkadar olmuyor. Allah rızası için bir tas su bile uzatmak kimsenin hatırından geçmiyor. Kimse halimizi sorup sual etmiyor...

Camiden içeri girdik. Kanun zabitinden (inzibat subayı) izahat almak istedik. Onun da etraflıca bir şey bildiği yok!..

Biz müteessir bir vaziyette cami içerisinde dolaşmaktayız. Bu esnada camiye beş- on kişi geldi. Herkes kardeşini veya evladını son umut olarak aramakta ve sormakta.

Burada benim gözüme bir çocuk göründü. Çocuğun etrafı dolaşıp bir şeyler soruşu dikkatimi çekti. Gözümle çocuğu takip ediyorum. Çocuk oradan oraya gidiyor ve birisini arıyor. Nihayet çocuğu bizim bulunduğumuz tarafa gönderdiler.

Çocuk yanımıza geldi ve; "İçinizde Çorumlu Tütüncüzade Mustafa efendi var mı?" diye sual etti.

Ben ise; Mustafa benim, ne istiyorsun, dediğimde, Çocuk bana sarılarak; "Ahmet ağam burada haydi. Burada durma gidelim!"

Dünyalar benim oldu sanki. Ağlamaya başladım. Çocuk da ağladı. Bu çocuk halen Çorum'da İbrahim Yanık isminde zahirecilik yapmaktadır.

Bu çocuk eşyamı alarak Sultan Ahmet camiinden çıktık. Ayasofya civarında biraderim Ahmet efendi ile birlikte Seydimoğlu Ahmet efendi ikisi bir pansiyonda kalıyorlarmış. Biz de akşam vakti pansiyona vardık.

Pansiyonda kimse yok. İbrahim beni pansiyona bırakarak biraderi çağırmaya gitti. Birader geldi. Sarıldık ve görüştük. Seydim Ahmet efendi geldi onunla da görüştük.

Geceyi görüşmeler ve konuşmalarla geçirdik. Sabah oldu. Tıraş olduk. Bir takım elbise aldık. Hamama gittik. Artık esirlik elbisesini vesaireyi bir tarafa atarak insanlar sırasına girdik.

Dizanteri hastalığı hâlâ devam ediyordu. Bir aralık doktorlara muayene olduk. Bilhassa Neşet Ömer beye devam ettik. Bir takım ilaçlar ve enjeksiyonlar yapmış ise de bir hasen (iyi) netice vermedi.

(SÜRECEK)

Editör: TE Bilisim