Bizim ahlâksızlığımızdan, içtimai hayatımızın olmadığından ve terbiyemizin bulunmadığından bahsederek meydanda bekletilmemizin sebebi olan olayı anlattı. Bu olayın faillerinin ortaya çıkarılmasını ve bilenlerin söylemesini istiyordu. Olayı kumandan anlatınca öğrendik. Kimin yaptığını nereden bilelim. Olay çirkindi. Esirlerden bir veya birkaçı İngiliz nöbetçiyle anlaşıp nöbet mahallindeki nöbetçiye fiil-i livatada bulunmuşlar. Sonra da nöbetçiyi tel örgüye bağlayıp öylece bırakıp savuşmuşlar.

Nöbetçi devriyesi nöbetçiyi o halde bulmuş. Kamp kumandanına haber vermişler. Suçlular ortaya çıkmadı.

Kumandan bizi şiddetle cezalandıracağını söyleyerek şunları söyledi:

"Onbeş gün, şeker yok, sigara yok, çay - kahve yok! Ve nöbetçi askerler değiştirilecek, yerlerine Hintli askerler getirilecek!"

Bu ceza duyurusundan sonra serbest bırakıldık.

Kamp kumandanı söylediği cezayı o günden itibaren uygulamaya başladı. Ertesi gün İngiliz nöbetçi askerlerinin yerlerini Hindu (Hintli) askerler aldı.

Hintli nöbetçiler nöbet mahallerine geldikleri zaman tel örgünün belli yerine bir yakınlığına kadar müsaade ederler, bir adım daha atılmasına katiyen müsaade etmiyorlardı. Birkaç defa biz bunları tecrübe ettik. Hakikaten Hintlilerin hiç şakası yok. Derhal silahı bize karşı üzerimize çevirip ateş etme vaziyeti alıyorlar. Ne konuşuyorlar, ne de yüzümüze bakıyorlar.

On beş gün bize söylediklerini vermediler.

Biz de sonradan bu işi yapanları anlamış isek de, ne çare ki bir şey söyleyemedik. Şu var ki kampta giderek ahlâksızlık artıyordu. Kavgalar, gürültüler içimizde eksik olmuyordu. Kampta bulunan bütün esirler taraf taraf oldular. Biri diğerine muhasım (hasım) bir vaziyet takındılar. Her esirde bir bıçak ve bir şiş vesaire gibi kesici aletler bulunmaktaydı. Bu bıçakları taşlara, kamışlara sürte sürte aynen bıçak haline getiriyorlar, kemikten veya demirhindi ağacından sap takıyorlar, Sivas bıçakları gibi bıçak yapıyorlar.

Kamp dahilinde tespihler, tavla, kaşık, ağızlık ve saire gibi şeyler de yapılıyordu.

Esaret müddeti uzadıkça esirlerde huzur ve rahat, salim akıl kalmamaya başladı. Çünkü bazıları hasta, bazıları parasız, bazıları ise sorumsuzluk içinde her fırsattan istifade peşinde.

Kampın içinde ve esirler arasında birbirlerine karşı husumet ve adavet (hasımlık ve düşmanlık), emniyetsizlik (güvensizlik) baş göstermeye başladı. En ufak bir şeyden büyük tartışmalar çıkardı. Bu tartışmalar büyük kavgalara ve hatta kanlı boğazlaşmalara sebebiyet verirdi.

Kampta kavga olmaya başladığı zaman beş yüz kişi birbirine girer, bıçaklar çekilir, herkes birer cephe kahramanı gibi birbirine saldırır. Neticede bir bölük süngülü İngiliz askeri gelir, onların müdahalesiyle bu boğazlaşma nihayete erer. Taraflar yerlerine çekilince meydanda birkaç ölü ve beş-on ağır yaralı bulunurdu. Ağır yaralılar sedyelerle hastaneye götürülür ve tedavi altına alınırdı.

İngilizler bizi yoklama meydanına çıkarırlar ve müsebbipleri tecziye (cezalandırma) etmek için çalışırlar ve aldıkları suçluları üç beş gün mahpushanede tutarlar, sonra yine kampa getirirlerdi.

Sözün kısası kampta huzur ve sükun artık hiç yok gibiydi. Esirlik müddeti üç seneyi bulmuş, bazılarınınki daha fazla. Belli bir yerde, hiçbir değişiklik olmadan ve aynı hali her gün yaşayan, hastalık ve giderek zayıflamaktan ve tükenen metanetten dolayı her bir esir büyük bir bunalım içinde. Serbestlik yok. İnsanlar biraz serbest bırakılsalar herkes kendisiyle ilgilenir. Ama en küçük bir müsamaha yok. Kamp dışına kimse bırakılmıyor.

Dizanteriden fazlaca zayıf düştüm. Olanca şiddetiyle ishal ve ağrılar devam etmekteydi. Nihayet hastaneye gitmeye ve yatmaya mecbur oldum.

Hastane kampın haricinde ve bir kilometreden uzak bir yerde. Hastanede karyola ve Hindistan cevizi lifinden yataklar vardı. Mümkün mertebe iyi, dikkatli bakıyorlardı. Hastanenin hizmetine yine Türk sıhhiye neferleri ayırmışlar. Arada sırada İngiliz doktorlar da geliyorlar. Bir sene kadar hastanede yatmış isem de tedavi edilemedim. Hastalık devam ediyordu. Hastaneden çıkmaya karar verdim.

Hastanede Doktor Mehmet Bey isminde bir zata hastanede bana bir hizmet verilmesini kendisinden rica ettim. Kabul ettiler ve benim koluma kırmızı bir şerit bağladılar. Bana da bir paso verdiler. Kasabaya gitmemek şartıyla civar mahallerde gezebilecek idim.

Hakikaten bu serbestlik çok işime yaradı. Türk hastanesinden başka, yakında İngiliz hastanesi vardı. Her gün oraya üç- beş defa vazifeten giderdim.

Kolumda kırmızı şerit olduğundan herkes benim İngilizler tarafından müsaadeli olduğumu bilirlerdi.

Bu suretle hareketimize kadar bu hizmette kaldık. Bu durum esaret günleri içinde bir esirin ulaşacağı en iyi vaziyetti.

Bir gün İngilizler Bulgarların terk-i silah (silah bırakmak) ettiklerini söylediler. Bir müddet sonra da Almanların isyanından bahsettiler. Türklerin de silah bırakıp mütareke yapacağını konuşmaya başladılar.

Biz bu sözlerden hem müteessir oluyor ve hem de memleketlerimize dönebileceğimizi düşünerek seviniyorduk. Aradan bir müddet daha geçtikten sonra Kamptan 1500 kişi kadar sevkiyat yapıldı. Bu giden kafileden sonra sıranın geride kalanlara geleceğini ve bu azaptan kurtulacağımıza seviniyoruz. Lakin sevkiyat durdu. Aradan altı ay daha geçti. Yeniden posta posta sevkiyat başladı. Bize de sıra gelmesini bekliyoruz.

Mevcudumuz epeyce azaldı. Hastanede ve kampta toplam 1800 kişi kadar kaldık.

Bizim de sevk edileceğimiz duyuruldu. Dünyalar bizim. Seviniyoruz.

(SÜRECEK)

Editör: TE Bilisim