Benim artık sevincime hudut yoktu.

Afiyette olduğumu, paraya da ihtiyacımız olduğunu cevaben bildirdim. Arası çok geçmeden yine telgraf havalesiyle on İngiliz lirası gönderdiklerini yine İngilizler haber verdiler. Ofise gittim. Aynen parayı verdiler. Dünya benim oldu. Çünkü ben de hasta idim. Menhus dizanteri yine baş göstermişti. Mütemadiyen rahatsızlığım devam ediyordu. Parayı aldık. Artık müreffeh olduk. İhtiyaçlarımızı İngilizler vasıtasıyla alıyorduk. Muhtaç olan ve hasta olan hemşerilerilere de az çok yardımda bulundum. Bu suretle ihtiyacımız görülmüş oldu. Bu telgraf ve para meselesi biz esaretten gelinceye kadar devam etti. On İngiliz, beş İngiliz altını eder. Ve iki ayda her daim gelir, bol para içinde sarf ederdik. Hemşerilere de ödünç olarak para verdik. Güya memlekete avdet edince vereceklerdi. Memlekete döndük lakin on para getiren olmadı.

ESİRLERİN ÇOĞU AĞIR İŞ VE YETERSİZ GIDADAN ÖLDÜLER

İngilizler kamptaki sağlam efrattan çalıştırmak için hasta olmayan esirlerden muayene etmek suretiyle esir ayırdılar, seçtiler. Dört bin esirden her gün iki binden fazlasını çalıştırmaya götürdüler. Bu çalışma esnasında esirlerden çok telefat olmuştur. Sebebi ise yetersiz beslenme ve havanın sıcaklığından. Akşama kadar mütemadiyen güneş karşısında çalışmak esirleri büyük sıkıntıya sokmuştur.

Çalıştırmak için ilk önce seçilen esir adedi 1500 kişi idi. Bunlar yüzer kişilik bölükler halinde on beş bölük olmuştu. Herkes hemşerileri ile aynı bölükte olmak arzu ettiğinden bölükler teşkil edilirken bir araya gelmişler ve bu bölükler Anadolu şehirlerinin isimleriyle sayılıyordu. Birinci Bölük Çorumlular bölüğü olarak şekillenmişti. Çorum ve mülhakatından (Çorum, merkez köyleri, kasaba ve ilçelerinden) olanlar bir bölük olmuştu. Diğer bölükler, Kastamonu, Kayseri, Konyalılar, İzmirliler gibi bölükler. Hepsi de yüzer kişi. Her bölükte bir Türk çavuş belirlenmişti.

Esirler Birmanya'nın yeni demir yolu yapılan mahallerine götürülüyor ve sabahtan akşama kadar fasılasız ve acımasız bir şekilde çalıştırılıyordu. Bu zor bir işçilikti. Ve esirler giderek daha çok hastalanıyor ve ölüyorlardı. Bir gün amele bölük çavuşları ve kendi bölüklerinde sivrilmiş esirler bir araya gelerek ertesi gün çalışmaya gitmemeye yeminler ederek karar verdiler. İngilizler ne kadar baskı yaparsa yapsın, hatta öldürsün yine de çalışmaya gidilmeyecekti.

Sabah oldu. Çalışmaya gitme saatinde bin beş yüz kişi, yüzer kişi itibariyle on beş bölük dizildi. Yoklama meydanında toplanıldı. Yoklama yapıldı.

Birinci bölükten itibaren bütün bölükler yoklama meydanına oturdular. İngilizler kalkılmasını ve hareket edilmesini tercüman vasıtasıyla söylüyorlar. Kimse oturduğu yerden kalkmıyor.

Tercüman vasıtasıyla durumu seyreden komutana , çalışmaya gitmeyeceklerini çavuşlar duyurdular, İngilizler tehdit ettiler, ısrar ettiler. Bir iki esire sopa vurdular. Birinci bölükten kimseyi kaldırmaya muvaffak olamadılar.

Kamp kumandanı tercümen vasıtasıyla nasihat etti, tesiri olmadı. Bunun bir itaatsizlik olduğunu ve sonunun kötü olacağını söyledi, kimse aldırmadı. Artık sözle bir şey yapılamayacağını anlayan kamp kumandanı bir bölük İngiliz askeri getirterek Birinci Bölüğün etrafını sardılar. Ve süngülerle tehdide başladılar.

Daha önce kampa geldiğimde bana yardımcı olduğunu anlattığım Deli balta oğullarından Ahmet ismindeki hemşerimiz oturduğu yerden kalkarak, bir İngiliz askerinin elindeki tüfeğe sarıldı ve çekip aldı. Diğer askerler de bu vaziyeti görünce şaşalamışlar, Delibaltaoğlu Ahmet'in bu hareketi Birinci bölüğü daha da ateşledi. Bizim hemşeriler göğüslerini açıyorlar İngilizlerin üstüne üstüne gidiyorlar. İngiliz askerler şaşkın. Kamp kumandanı emir vererek birinci bölüğü olduğu yerde bıraktılar ve en sondaki on beşinci bölüğü kaldırmak için gittiler. Bir iki tazyik görünce on beşinci bölük ayağa kalktı ve arkasından da diğer bölükler ayağa kalkarak işe götürüldü. Birinci bölük yoklama meydanında etrafları İngiliz askerleriyle çevrili bekliyorlar.

Birinci bölüğü çalıştırmaya götüremediler ama kampta da bırakmadılar. Bunları meydandan alarak bir semt-i meçhule götürdüler. Bir ay kadar birinci bölük yani bizim hemşeriler kamptan uzakta bir yerde tutuldu. Orada kendilerine şeker, sigara, kahve vermemişler. Nihayet bunları çalışmaya gitmeye ikna etmişler. Bir ay sonra kampa döndüler. Çalışmaya gidilen yerin adının Bugayla olduğunu sonradan öğrendik. Demiryolu tesviyesi için götürülen işçiler havanın sıcaklığından ve içilen suyun kötülüğünden ve gıdasızlıktan hep dizanteri oluyorlardı. Amipli ve amipsiz diye iki çeşit bilinen bu hastalığın amipsiz olanına tutulanlar bir haftayı geçmeden dünyaya gözlerini kaparlar ve aramızdan kaybolurlardı.

Amipli olan dizanteri ise öldürmüyor. Fakat başladığı müddet hastalıkta devam ediyordu. Halen bende bu hastalık devam eder gider. Alınan ilaçlar muvakkat bir zaman tesir eder, sonra hastalık tekrar kendini gösterir. Tekrar ilaç alırsınız...

Yine kampta olan bir vukuattan bahsedeceğim.

Kampın etrafında tel haricinde nöbetçiler bulunur. Bu nöbetçiler elli-yüz metre mesafede bir İngiliz askeri, süngülü olarak bekler. Bu İngiliz askerleri yeni kuraya girmiş, acemi, genç ve çocuk denecek çağda askerlerdir. Bunlar esirlerle laubali konuşurlar, işaretler ile ifade-i meram yaparlar. Bu askerler bilhassa sade kahveye çok meraklı idiler. Demirhindi'den yapılmış ağızlıklar ve tespihler gibi şeyler isterler ve alırlar. Bu suretle de serbest bir hayat geçerdi. Fakat biz bu serbestliği sû-i istimal ettik. Hoş, esirin kendisini esir tutana sadakat borcu olacak değil ya.

Bir akşam kampın içinde acı acı düdükler ötmeye başladı. Biz ne oluyor diye korkmaya başladık. İngilizler pavyonlara girerek bizi yoklama meydanına sevk ettiler. Biz korkumuzdan sessiz ve sedasız meydanda oturmaya başladık. Saatlerce oturduk. Bir şey söyleyen ne olduğunu veya niçin tutulduğumuzu söyleyen yok. Nihayet sabaha karşı kamp komutanı tercüman ile geldi ve konuşmaya başladı.

(Sürecek)

Editör: TE Bilisim