Karşıdan bakılınca insanın hayran olmaması elinden gelmiyor. Boyunları bir metre, belki daha uzundu. Böyle yağlı ve semiz hayvanlar olduğu halde bize verilen etler öyle arık hayvan etleri idi ki, bunlar kaynat kaynat pişmezdi. Birkaç defa bu et meselesini şikâyet etmiş isek de bir netice alamadık. Sebzesi ise kabak, domates ve saire verirlerdi.

Hava ağır ve sıcak. Su göl suyu. Verileni yemek ve gelen suyu içmek zorundayız. Başka bir yerden bir tek şey temin etmek mümkün değil. Akşamlara kadar don-gömlek pavyonların altında vakit geçiriyoruz. Bu yüzden efradın büyük kısmı dizanteriye tutulmuş ve ishal olmuştur. Bir nevi şerit denilen bir şey de efradın karnında (bağırsaklarında) türemeye başladı. Bu meyanda ben de dizanteriye tutuldum. Hülasa hava ve erzak ve suyu ile imtizaç edilemedi. Koyun eti hiç verilmedi.

Akla gelmiş iken sığırlardan bahsedeceğim. Oranın yerli halkı bizim gibi hayvanlara yular takmıyorlar. Hayvanın burun delikleri ortasındaki süngeri delmişler o delikten bir ip geçirmişler ve ipin her iki ucunu hayvanın başının üzerine bağlamışlar ve oradan da bir ip uzatmışlar. Şimdi arabaya koştukları zaman bir ip ile ta arabanın olduğu yere kadar uzatır ve oradan sürücü adam ipler ile sağa sola kumanda ederek istediği yöne sevk ve idare eder.

Hem de o cüsseli hayvanlar ağır gitmezler. Tırısa veya dört nala koşarlar. Bir yere bağlayacakları zaman yine aynı iple bağlarlar.

Onların arabaları umumiyetle dört tekerleklidir. İki tekerlekli arabaları da var. Arabalar, gayet hafif olduğu için hayvana suretle güçlük vermez bir şekildedir. Hindulardan bir kısım kabileler bu sığır hayvanlarına taparlar. Atları ufak kesimdir. Fakat umumiyetle rahvandır. Hemen uçar gibi giderler. Olduğumuz kampta ve civarımızda yılan ve akrep çoktu. Böyle olduğu halde yılanlardan hiç bir zarar görmedik. Fakat akrepler ara sıra efrattan bir ikisini sokarlar, buna karşılık da İngilizler ilaçlar ile bu zehirlenme işini hükümsüz bırakırlardı. Akrepler iki kısımdı. Bir kısmı kırmızı renkte olup az zehirlilerdi Tedavi ile bunların zehrinden kurtulmak mümkün oluyordu. İkinci kısım olanlar ise siyah ve müthiş zehirli olanlardır. Bunlar kırmızılardan daha büyüktü. Bunlar on on beş santimetre kadar büyüklükte oluyorlar. Bunların zehiri daha müessir ve çok tehlikelidir.

Kampa girdiğimiz günlerde bütün efrat memleketlerine mektup yazmış ve heyhat ki, aradan altı ay geçtiği halde bir tek cevap alan kimse yoktu. Sekiz ay geçtiğinde de durum yine aynı idi. Kamp hayatı dışarı ile haberleşme yönünden bu suretle devam etmekteydi.

MEKTİLA’DA TÜRK MEZARLIĞI

Kamptan uzak bir mesafede esirler için bir hastane yapıldı. Hasta olanları hastaneye yatırıyorlar. Bizim Türk doktorları tarafından tedavi ediliyorlar. Ayrıca İngiliz doktorlar da geliyor.

Burada ölen esirler için bir de kabristan yapılmıştı. Terk-i hayat eden arkadaşlarımızı bu kabristana defnederdik. Bir sıra üzerinde muntazam olarak mezarlar yapılırdı. Baş taraflarına çimentodan yapılan bir taş üzerine Türkçe yazı ile hangi memleketli olduğu ve hangi alayda bulunduğu ve doğum tarihi yazılırdı. Kabristanın etrafı duvar ile çevrildi. Her gün buraya sekiz on kişi gider mezarların etrafını temizler, çevrenin otlarını alırlardı.

İngilizler Türk doktorlarına ve Türk sıhhiyelerine ehemmiyet verirlerdi. Bunlara ayrıca maaş da veriyorlardı. On rubye, on beş rubye kadar aylık veriyorlardı. Diğer esirlere para yok. Bir tuş rubye sekiz kuruş kıymetinde. Tabi bu değer altın karşılığında. Bu sebepten kampta bir miktar para bulunurdu. Bizde ise on para yok. Yevmiye beş adet sigara idare etmezdi. Bir paket, yirmi adet sigara otuz paraydı. Bunu almak için para yoktu. İşte böyle sıkıntılı günlerde yaşadık...

Kampta bu vaziyette vukuatsız olarak sekiz ay kadar geçti. Vakta ki yeni yeni esirler gelmeye ve mevcudumuz artmaya başladı. Bizim kampa yakın bir mesafede ve Tatmiyo denilen bir mevkide bir miktar daha esir varmış onları da bizim bulunduğumuz kampa getirdiler. Hindistan'ın Bellari denilen mahallinden de bin kadar daha esir geldi. Kamp mevcudu dört bin kişiden fazla oldu.

Kalabalık fazlalaştıkça mevcut olan düzen ve ahengimiz bozulmaya başladı. Giderek ahlâkımız değişiyordu. Herkes yek-diğerini yabancı gibi görüyor ve biri diğerine her fenalığı yapmaya hazır bir istidat gösteriyordu. Ne gariptir ki, içimizde yabancı bir unsur olmadığı halde kavgalar ediyor bir diğerimizi öldürmeye kadar gidebiliyorduk.

Evvelce zabitanın (esir subayların) pavyonları da bizim kampın içindeydi. Fakat biz zabitana karşı bî- edebâne (edebsizce) davranışlarda hakaret ve tecavüzde bulunduğumuzdan İngilizler zabitanın pavyonlarını bizim kamptan başka yere aldılar.

Esirlerin en çok kıskandığı ve zabitana muğber olduğu husus; İngiliz, zabitana dışarıya kamp haricine çıkma izni veriyor ve zabitan serbestçe dışarılarda dolaşıyordu.

Biz esir olarak kampa girdiğimizden tahminen on aydan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen memleketimizle ve ebeveynimizle haberleşme sağlayamadık. Biz daima mektup yazıyor, İngilizlere teslim ediyoruz.

On sekiz ay sonra kampa ilk mektubum geldi.

Mütareke olduktan sonra kardeşim Ahmet Efendi İstanbul'da İngiliz telgrafhanesi vasıtasıyla bana telgraf vermiş (göndermiş). Beni bir gün İngiliz ofisinden çağırdılar. Ve gelen telgrafı okudular. Cevabını göndermek için müracaat ettim. Cevabımı kabul etmediler. Devletler kanununca esirlerin telgraf ve telefon ile haberleşmesi yasak imiş. Böyle olunca biz de cevap veremedik.

Kardeşimin gönderdiği telgrafın cevabı alınamayınca memlekette herkes müteessir olmuş ve çaresine bakmak için lazım gelen izahatı almak için araştırmaya girişmişler. Hukuki durumu öğrenmişler.

Bir gün yine İngiliz ofisine çağırıldım. Telgraf geldiğini söylediler ve cevaplı olduğunu ve buna mukabil de cevap kabul edeceklerini söylediler.

(SÜRECEK)

Editör: TE Bilisim