İMO Çorum İl Temsilcisi Özgür Kılıç ve beraberindeki oda yöneticileri 17 Ağustos 1999 depreminden bu yana 19 yıl geçtiğini hatırlatarak, “Doğal afetlere karşı duyarlı ve hazırlıklı değiliz” diye konuştu. Kılıç, 17 Ağustos depreminin yıldönümü yaklaşırken Çorum’daki basın mensuplarıyla bir araya gelerek, Türkiye’nin başta deprem olmak üzere doğal afetlere karşı hazırlıksız olduğunu dile getirdi.

Türkiye’de deprem ile ilgili alınması gereken önlemler, yapı ruhsatları ve yapı denetim, planlama ve kentsel dönüşüm ile imar affı gibi konularda görüşlerini açıklayan Kılıç, depremle ilgili her konunun ayrı bir önem taşıdığını ancak yapı denetimine ayrı bir vurgu yapılması gerektiğini ifade etti.

Denetimlerin güvenli yapıların oluşmasını sağlayacak ve gelecekte aynı sorunların ortaya çıkmasını önleyeceğini ifade eden Kılıç; “Dolayısıyla, 1999 depreminden sonra, yapı denetimi kavramı üzerinde yoğunlaşıldı. 2000 yılında yürürlüğe giren 595 sayılı KHK bunun en önemli adımıydı. Ancak, kararnamenin iptalinin ardından, 2001 yılında yürürlüğe giren ve hala uygulanmakta olan 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun beklentileri karşılayamadı. Hatta iptal edilen 595 sayılı KHK’nın bile gerisinde kaldı. Yapı sektörü içerisindeki paydaşlara, ilgili kurumlara ve meslek odalarına yeterince danışılmadan, alelacele çıkarılan kanun, adeta kendisi bir sorun olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Yapı denetimi işini gerektiği gibi yapamadığını anlamış olan devlet, bu görevi 4708 sayılı Yasa ile yapı denetim kuruluşlarına bıraktı. Bu temelde doğru bir yaklaşımdı. Ancak, doğru noktadan yaklaşmak, doğru yere ulaşılması anlamına gelmedi. Zamanla yasanın etki alanı daraltıldı, muafiyet sınırları genişletildi, farklı düzenlemeler yapılmaya başlandı” diye konuştu.

Hafif hasarla atlatılması gereken depremlerde dahi can ve mal kayıplarının yaşandığına dikkat çeken Öncü, “Bu durum mevcut yapılardaki tehlikenin boyutunu açıkça gözler önüne sermektedir. Ülkemizde yaklaşık 20 milyon yapı bulunmaktadır. Ancak, bu yapı stokunun ayrıntılı bir envanteri çıkartılamadığı için olası depremlerde nasıl bir davranış sergileneceği de bilinememektedir. Bilinen gerçek, mevcut binaların yüzde 67’sinin ruhsatsız veya ruhsata aykırı, yüzde 60’ının ise 20 yaşından büyük olduğudur. Kentsel dönüşüm uygulamaları ile yapıların yenilenmesi ve depreme dayanıklı hale getirilmesi çabaları açıkça göstermektedir ki, dönüşüm, müteahhit firmalar ve yapı sahipleri için gereken ekonomik cazibeyi meydana getirdiği koşullarda uygulanabilmektedir” dedi.

17 Ağustos 1999 depreminden bu yana 19 yıl geçmesine rağmen, deprem güvenliği bakımından ülkenin iyi durumda olmadığını vurgulayan Öncü, “Büyük kentlerimiz başta olmak üzere, deprem başta olmak üzere doğal afetlere karşı duyarlı ve hazırlıklı değiliz. Son dönemlerde üzülerek görmekteyiz ki, sel ve su baskınları doğal bir hal almakta ve afete dönüştüğü ısı adaları oluşmakta, iklimler değiştiği soluduğumuz havanın her gün daha fazla kirletildiği, kentlerimiz ve yapı stokumuz depreme hazır ve hazırlıklı olmadığı bir ülke olmaktan en kısa sürede kurtulmamız gerekmektedir” açıklamasında bulundu.

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası olarak deprem gerçeğini unutmadıklarını ve unutmayacaklarını kaydederek açıklamasını sürdüren Kılıç, “17 Ağustos 1999 Gölcük ve 12 Kasım 1999 Düzce depremleriyle ortaya çıkan her acının yükünü kalbimizde taşıyoruz. Yapı üretim sürecinin asıl unsuru olan bir meslek odası olarak, başta yerel ve merkezi düzeyde ülkemizi yönetenler olmak üzere; her kurum, kuruluş ve imza sorumluluğunu üzerinde taşıyan her insanın bu günlerde bir kez daha düşünmesini istiyoruz. İnşaat mühendisliği, yer altında ve yer üstünde güvenli ve sağlıklı yapı üretebilen ve bunu örnek uygulamalarla kanıtlayan bir bilim dalıdır. İnşaat mühendislerinin, güvenli ve sağlıklı yapılar üretmenin yanında, insanlarımızın sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamalarını sağlamak gibi bir görevi de var” dedi.

Bir doğa olayı olan depremin, afete dönüşmesi ve bu durumun bir türlü önlenememesi sorunun ana kaynağını oluşturduğunu kaydederek ülkemizin bir deprem ülkesi olduğunu, Gölcük Depremi’nin bu konuda bir milat olduğunu belirten Kılıç, en son 1766 yılında büyük bir depremin yaşandığı Marmara ve İstanbul’da büyük bir depremin yaşanmasının beklendiğini, bunun için gerekli önlemlerin alınmasının şart olduğunu kaydetti.

Ülkemizdeki depremlerden ders alınmadığının kanunlar hiçe sayılarak çıkarılan imar affı veya barışı ile ortaya çıktığını, rant ekonomisinin depremin önüne geçmemesi ve sorunun tüm boyutları ile ele alınarak ilgili taraflara danışılarak karar alınması gerektiğini belirten Özgür Kılıç sözlerine şöyle devam etti:

PLANLAMA VE KENTSEL DÖNÜŞÜM

“Nasıl ki 1999 depremleri yapı imalatı dinamiklerinin değişmesi ve yapı denetim sisteminin kurulması için bir milat olarak kabul edildiyse, 2011 Van Depremi de Kentsel Dönüşüm için milat olarak kabul edildi. 2011 yılında yaşanan Van depremine kadar büyük tepki alan kentsel dönüşüm proje ve uygulamaları kamuoyu nezdinde meşrulaştırılarak, 2012 yılında 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu ile yasalaştı.

Hafif hasarla atlatılması gereken depremlerde dahi yapıların kullanılamaz hale gelmesi ve can kayıplarına yol açması, mevcut yapılardaki tehlikenin boyutunu gözler önüne sermektedir. Ülkemizde yaklaşık yirmi milyon yapı bulunmakta, ancak bu yapı stokunun ayrıntılı bir envanteri çıkarılmadığı için depremde bir bütün olarak nasıl bir davranış sergileyeceği bilinmemektedir. Bilinen, mevcut binaların % 67`sinin ruhsatsız, % 60’ının 20 yaşından büyük olduğudur. Bu veriler, kentsel dönüşüm projelerinin meşrulaştırılmasını ve kabul edilebilirliğini sağlamış, uygulama başlamıştır.

Depreme karşı kentlerimizi, binalarımızı hazır hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm projelerinin bu amaca ne kadar hizmet ettiği tartışmalı olmakla birlikte, kamu binalarının akıbeti ise belirsizliğini korumaktadır. “Riskli alan”, “riskli yapı” belirlenmesindeki adaletsizlik, keyfilik ve hukuksuzluk mağduriyetler ve hak kayıplarına yol açmaktadır. Depreme karşı yapı stokunu güvenli hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm uygulamaları, yeni sorun alanları yaratmaktadır. Daire alanlarının küçülmesi kat sayısı ve daire sayısının artmasına neden olmakta, aynı sokak ve mahallenin alt yapısı aynı kalmasına rağmen aile sayısı ve nüfusun artması kentin demografik yapısını bozarak, fiziksel eşikleri zorlamakta, yeni trafik ve alt yapı sorunları yaratmaktadır.

Kentsel dönüşüm projeleri kentsel rantın en yüksek olduğu bölgelerden başlamıştır. Parsel ölçeğindeki yenileme uygulamalarında ise açıkça görülmektedir ki, dönüşüm, müteahhit firmalar ve mülk sahipleri için beklenen cazibeyi yarattığı koşullarda akıcılık kazanmakta ve uygulanmaktadır. Taraflar açısından beklentileri optimum kılan koşullar gelişmedikçe yapı yenilenmemekte, uygulamalar müteahhitlerin insafına terk edilmekten öteye gidememektedir. Bütünlüklü bir planlama yerine parçacı bir anlayışla yapılar yıkılıp yeniden yapılmakta, dolayısıyla kentlerin topyekûn, tüm teknik ve sosyal altyapı sorunları ile birlikte iyileştirilmesi olanağını ortadan kaldırmaktadır.

Mevzuat, kentsel dönüşüm uygulamaları için temel beklenti olan sağlıklı ve yaşanabilir bir çevrede güvenli yapılarda oturmak anlayışını karşılayamamıştır. YIK-YAP anlayışı kentsel dönüşümün temel mantığı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kentlerimiz inşaat projelerinin birer “ARAZİSİ” haline dönüşmüştür. Kentsel dönüşüm; sosyal adalet, sosyal gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunması zarar azaltma ve risk yönetimi ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir şekilde ele alınmalıdır.

İMAR AFLARI-İMAR BARIŞI!

Türkiye’de gecekondulaşma süreci, ihtiyaç sahiplerinin barınma ihtiyacını karşılamaya dönük masum bir çaba olarak başlamıştır. Bu durum zamanla örgütlenmiş bir mafya tasarrufu olarak şekillenmiştir. İşin içerisine oy alma ve siyasi kaygılar da girince “AF KONUSU” her seferinde “bu son denilerek” defalarca yenilenmiştir.

Topraklarımızın büyük bir bölümü deprem tehlikesi altında bulunduğu gibi, yapı stokumuzun önemli bir bölümü de deprem riski taşımaktadır. Konuyla ilgili olarak tüm bilim çevreleri ve meslek Odaları mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi, onarılması ve güçlendirilmesi gerekliliğini dile getirirken, 24 Haziran seçimleri öncesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın öncülüğünde, TBMM tarafından ülke tarihinin en kapsamlı “İMAR AFFI” çıkarılmıştır.

Amaç maddesi “ yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak” olan 3194 sayılı İmar Kanunu’na Geçici 16. madde eklenmiştir. Türk İmar Tarihinin bugüne kadar ki en kapsamlı imar affı olan bu düzenleme ile hiçbir mühendislik hizmeti almayan ve bu kanun kapsamında mühendislik hizmeti alması talepte edilmeyen yapılar, herhangi bir kontrol mekanizması olmaksızın, kuralsızca, sadece mal sahibinin beyanı ile kayıt altına alınarak yasal statü kazanmaktadır.

Çevre ve Şehircilik Eski Bakanı Sayın Özhaseki, “mühendislere 2-3 bin lira verilmemesi için mal sahibinin beyanını esas aldık” diyerek, ülkemizdeki yapıların yıkılma nedenleriyle yaşanacak bir depremde yapıların yıkılma gerekçesini de ortaya koymuştur. Sağlık sorunlarını gidermek için en iyi doktoru arayan Sayın Özhaseki ve dönemin milletvekilleri, mühendis ve mimarları yok sayarak “güvenli yapı üretimine de ihtiyaç olmadığını” ortaya koymuşlardır. Mühendisin varlığını, bilgisini parayla ölçenleri mühendisler hiçbir zaman unutmayacaklar.

Mühendislik hizmeti almamış, kaçak olarak üretilmiş olan yapıların süresiz olarak yasal hale getirilmesi, devletin asıl sorumluluğu olan halkın can ve mal güvenliğini sağlama sorumluluğunu da bırakmış olduğu anlamını taşımaktadır. Bu anlayışla yeni yapılacak olan yapıların güvenli bir şekilde üretilmesi de sorunun temel kaynağı olarak karşımıza dikilmiş bulunuyor. Açıktır ki, Yapı Denetim Yasası’nda gerekli değişiklikler, ihtiyaç duyulan düzenlemeler yapılmaz ise, on yıl sonra aynı sorunlarla karşı karşıya kalınacak, olası bir depremde başta kamu binaları olmak üzere konutlar, işyerleri ağır hasar görecek, çok sayıda bina yıkılacak, can ve mal kayıpları yaşanacaktır.

Marmara Depremi’nden sonra yapılan araştırmada hasar gören ya da yıkılan yapıların % 80’inin imar aflarından yararlandıkları saptanmıştır. Bu gerçek tüm çıplaklığı ile kayıt altına alınmışken, son getirilmiş olan imar affı ile; 3194 sayılı İmar Kanunu, 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanunu ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun işlevsiz bir hale gelmiştir. “İmar Barışı” denen bu afla, deprem güvenliği, mühendislik ve mimarlık mesleği hiçe sayılarak toplumun can ve mal güvenliği yapı sahibinin "beyanına" teslim edilmiştir. Su havzaları, dere yatakları ya da hazine arazilerine yapılmış kaçak yapılar da bu af kapsamına alınmıştır. Ayrıca, tüm yasal kurallara uyarak onun bedelin ödeyen konut ve yapı sahipleriyle birlikte, işini doğru yapan mühendis ve mimarlar da cezalandırılmıştır. Değerler sistemi bir kez daha ayaklar altına alınmıştır.

SONUÇ OLARAK

• Bugüne kadar bilinen bilgiler ve var olan teknolojilerle fayların bulundukları yerleri bilmek mümkündür. Fakat fay hattının kırılacağı yeri ve fayların üreteceği depremin zaman ve tarihini bilmek mümkün değildir.

• Hiç kimse bize 1999 depremlerinden sonra bilgi eksikliğinin olduğunu söyleyemez. Yeni bir “Bina Deprem Yönetmeliği” yayımlandı. Zemin durumunu ve fay hatlarını biliyoruz. Artık “ULUSAL DEPREM STRATEJİSİ VE EYLEM PLANINI-UDSEP 2023”ü güncelleyerek uygulamaya koymak gerekiyor.

• Mesleki Yetkinliği temel alan “YETKİN MÜHENDİSLİK YASASI” çıkarılmalıdır.

• Mühendislik biliminin gerekleri dikkate alınarak, yapı tasarım uygulama ve denetim evresinin sağlıklı bir şekilde işletildiği ülkelerde doğa olaylarının afete dönüşmediği görülmektedir. Bu bağlamda, yapı stokunun oluşturulması evresinde dikkate alınması gereken yer seçimi kararlarından, yapı tasarımına, yapı üretimi ve yapı denetimine kadar, bilimsel ve çağdaş ölçekte bütünlüklü bir yapı üretim düzeni kurulmalıdır.

• 1999 depremleri önemli ölçüde can ve mal kayıpları ortaya çıkarmakla kalmamış, çok daha büyük bir tehlikenin henüz yaşanmamış olduğunu da ortaya koymuştur. Bu da 1766’dan beri kırılmamış olan fay dolayısı ile Marmara Denizi’nin içinde olacak bir depremdir.

• İstanbul Depremi çevre illeri de önemli ölçüde etkileyecektir. Bu nedenle bilim insanları İstanbul Depremi ile ilgili olarak çeşitli çalışmalar yapmışlar ve yapmaya da devam etmektedirler. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki yaşayacağımız İstanbul Depremi 7 (yedi) ve üzeri büyüklükte olacaktır.

• 2004 yılında Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın yapmış olduğu "1.Deprem Şurası" ve yine 2009 yılında aynı bakanlığın yapmış olduğu "Kentleşme Şurası"na çok sayıda bilim insanı ve uzman katılmış ve son derece önemli çalışmalar yapılmıştır. Fakat devlet bürokrasisinin sürekli olarak değiştirilmesi ve "LİYAKAT ölçüsüne bağlı kadrolar yerine" söz dinleyen ve "arka bahçe" olan kadroların göreve getirilmiş olması; ayrıca “Rant anlayışının depremin" önüne geçmesi nedeniyle "deprem zararlarını azaltmak ve planlı bir kentleşmeyi" sağlamak için hazırlanan raporlar uygulama alanı bulamamıştır.

• Her yıl çok sayıda mühendislik diploması verilmesine rağmen kaliteli bir eğitim yapılamamaktadır. Can ve mal güvenliğini sağlayan bir mesleğin insanları olarak; fiziki şartları uygun olmayan, öğretim kadrosu son derece yetersiz olmasına rağmen inşaat mühendisi diploması veren okullar açılmaktadır.

• Her afetten sonra sık sık yapılan "yara sarma" anlayışından kurtulup bilimin tekniğin ve aklın gerektirdiği işleri yapmak gerekir. Depremin bir doğa olayı olduğu kabul edilmeli ancak denetimsizliğin neden olduğu olumsuzlukları “kader” gibi değerlendiren yaklaşım terk edilmelidir. Bugüne kadar yapılan çalışmalar, deprem öncesi alınacak önlemlerin deprem riskini önemli ölçüde azalttığını ortaya koymaktadır. Sorunu sorun olmaktan çıkaracak olan tek çıkar yol, deprem yaşanmadan önce alınacak önlemlerde saklıdır.

• Ruhsatlardan mühendis ve mimarların imzasının kaldırılması mesleğimizin gelişimini engelleyecek, sahteciliğin önü açılacaktır.

• Oda ile meslek insanı arasına örülmeye çalışılan duvarlar kaldırılmalı, mühendis ve mimarlardan oda belgesi istenmesine yönelik uygulama güncellenmelidir”

(Volkan SINAYUÇ)

Editör: TE Bilisim