Çorum sanayiinin kendi iç dinamikleriyle geliştiğini de vurgulayan Prof. İsen, Çorum’un ayrıca, “iyi belediye başkanları elinde” gecekondusu olmayan az sayıdaki kentten biri olduğunu belirterek, “Hatta o bilindik sözü, hiçbir komplekse kapılmadan, ‘Çorumlunun yaptığını herkes yapamaz’a çevirerek, yeni şehrin mottosu haline getirdiler” ifadesini kullandı.

ÇORUMLUNUN YAPTIĞINI HERKES YAPAMAZ

Çorum sanayiini kendi iç dinamikleriyle geliştirdi. Toprak ve un sanayiine yumurta tavukçuluğu gibi alanlar eklendi. Leblebide lider oldu. Turizm bir sektör olarak gelişti. Daha önemlisi iyi belediye başkanları elinde gecekondusu olmayan az sayıdaki kentten biri oldu. Hatta o bilindik sözü, hiçbir komplekse kapılmadan, Çorumlunun yaptığını herkes yapamaza çevirerek, yeni şehrin mottosu haline getirdiler.

Otobüsün koltuğuna adeta büzülmüş küçük bir çocuk, ürkek ve şaşkın gözlerle çevresine bakıyor, arada bir de kendisini uğurlamaya gelmiş, yakını olduğu anlaşılan birine takılıyor gözü. Otobüs bir süre sonra hareket edince karşılıklı eller kalkıyor havaya, sonra da yerdeki adam gözden kayboluyor. O zaman farkediyor küçük çocuk kendisine göre ağabey sayılacak yanındaki genç adamı. Yine ürkerek ona nereye gittiğini anlatıyor, sonra da onun ODTÜ’de öğrenci olduğunu öğreniyor. Ama ne ODTÜ hakkında bir bilgisi var, ne de gideceği yerler hakkında. Otobüs Ulus’ta duruyor. Buradaki trafik ve insan kargaşası başını döndürüyor on iki yaşındaki küçük çoçuğun. Neyse ki yanında oturduğu abisi, karşıya geçirip Sümerbank’ın önünden Etlik Garajı’na giden bir taksiye bindiriyor onu. Oraya varınca da girişte çığırtkanlık yapan biri nereye gittiğini sorunca kendini bir otobüs yazıhanesinin önünde buluyor.

COĞRAFYA KAFADA KARIŞIK

Bilet alıp beklemeye başlıyor. Bir ara bu otobüsün Ordu’ya gideceği konuşulunca içini bir korku sarıyor. Coğrafya kafasında karmakarışık. Ordu ile Çorum arasında ne tür bir ilişki var, bilmiyor. Bu endişeler arasında akşama doğru otobüs hareket ediyor. Gecenin bir vakti muavin dürtüp Çorum’a geldik diyerek indiriyor, otobüsten. Karşısında bir saat kulesi. Buradan saatin iki suları olduğunu anlıyor. Ne yapacağını düşünürken karşıda bir otel gözüne çarpıyor. Daha önce hiç otelde kalmamış ama bilgisi var. Elinde bavuluyla yürüyüp başını masaya koymuş uyuklayan görevliden oda fiyatlarını soruyor. Sadece fiyatlara bakarak daha ucuz olduğu için üç kişilik odadan bir yer istiyor. Görevli önüne düşüp onu içeride göğsü kıllı bir adamın horlayarak uyuduğu bir odaya getirip bırakıyor. Herhangi bir endişe taşımadan yataklardan birine kıvrılıp yatıyor. Sabah kalktığında oda boş. Ücretini ödeyip kendi şehrinden aşina olduğu bir fayton çevirerek yıllarını geçireceği yatılı okula gidiyor.

YALNIZLIK PSİKOLOJİSİ

Yukardaki hikaye altmışlı yılların ikinci yarısında yaşanmış benim öyküm. Böylece uzun yıllar ekmeğini yiyip suyunu içeceğim Çorumlu yıllarım başladı. Tabii ben de artık bu okulların imtiyazlı yatılı öğrencileri arasında idim. Çünkü İmam-Hatip okullarında üç tip öğrenci profilinden söz edilebilir: Birincisi çevreden gelip şehirdeki evlerde kalınarak ve onlu yaşlarda bir çocuğun kendi kendini idare ederek devam ettireceği tarzdaki eğitim. Evde sobanızı yakmak, yemeğinizi hazırlamak, olumsuz şartlarda banyo yapmak ve kendi kararınızla ders çalışmak, yeni girdiğiniz şehir muhitine intibak etmek sizi bekleyen başlıca işlerdir. Buna ilk defa ailesinden ayrılmış bu yaştaki bir çocuğun yalnızlık psikolojisi ile bunları yapmak zorunda olduğunu da eklemek gerekir.

İkinci gurup sınıf arkadaşlarımız şehirden gelen esnaf çocuklarıydı. Elbette onlar daha şanslıydılar. Ama onlar da şehirde alt sosyal sınıflara mensup aile çocukları idiler, ama en azından önlerine sıcak yemek konuyor, hayatlarına ailenin gözetiminde devam ediyor ve şehre uyum sağlamak gibi sorunları bulunmuyordu. Bunlar sınıfın onda biri gibi küçük bir yekûn teşkil ediyorlardı. Memur çocuğu ise bu dönemde yok denecek kadar azdı, sınıfımızda babası memur olan bir tek arkadaş hatırlıyorum.

Üçüncü gurubu ise yatılı öğrenciler oluşturuyordu. Bir kere sınavla okula kabul edildikleri için daha zeki çocuklardı. Okul bir örnek elbiselerini, ayakkabılarını, gömleklerini, iç çamaşırlarını, o yıllarda zorunlu olan şapkalarına kadar temin ediyordu. Günde üç öğün sıcak yemek çıkar, akşam mütalaa adı verilen çalışma programları düzenlenir, başlarında belletici öğretmen bulunur, vaktinde yatıp, vaktinde kalkarlardı. Doğrusu bu okullardaki başarı çizgisini de daha çok bu son guruptaki öğrenciler yukarıya taşımıştır.

Okulun dört beş yüz kadar öğrencisinin üçte biri yatılılardan oluşuyordu. Trakya’dan başlayarak İç Anadolu ve Karadeniz bölgesinden ve benim gibi Marmara’dan arkadaşlarımız vardı. Yatılı okulların fiziki anlamdaki bu imkânlarına karşılık o yaş çocukları için evlerden, ailelerden uzak olmak başlı başına bir sorundu. Şımaracak kimse olmayınca hayat seni çok erken olgunlaştırır. Nitekim ben on iki on üç yaşında elimdeki kısıtlı parayı hem idareli, hem zamana yayarak kullanmayı çok erken öğrendim. Okulun ısıtılması sobalarla yapılıyordu ama yaklaşık seksen kişinin bir arada yattığı yatakhanelerde soba bulunmuyordu. Eğer akşamdan kendimce tedbirler almadan yatarsam hasta kalkacaktım ve bir de onunla tek başıma mücadele etmem gerekecekti. Herkesin aynı durumda olduğu bu karmaşık ortamı birbirimizle hemhal olarak gidermeye çalışırdık. Yatılı okullarda sınıflar arasında tam bir hiyerarşi vardır. Alt sınıflar üst sınıflara saygı gösterir ama onlar da aşağı sınıfları korur, gözetirler. O yıllarda okulun fiziki imkânları iyi, öğretmenlerimiz kaliteli ve yönetim ehil ellerde. Bu benim derslerime de çok olumlu yansıdı. Birinci yarı yıl sonunda bütün derslerim dokuz, on. Karne aldık. Mütalaa adı verilen etüt başkanımız son sınıf öğrencisi. Karneme baktı ve bana derslerin çok iyi ama hayatta ders başarısı yetmez, kitap okumalısın dedi. Sonra da kolumdan tutup beni okulun üst katına, o güne kadar benim dikkatimi çekmemiş bir mekâna götürdü. Burası o güne kadar gördüğüm en büyük kütüphane idi. Ne olduğunu hatırlamıyorum, oradan bir kitap seçip okumamı söyledi. Okuyup iade ettim ama o günden sonra resmen oraya dadandım ve neredeyse hergün ortalama bir kitap bitirmeye başladım. Demek ki artık alan eğilimi de belli olmaya başlamış ki şimdi geriye dönüp bakıyorum, okuduklarım edebiyat, tarih, kültür ve sanatla ilgili kitaplar. O yıllarda bir küçük Anadolu şehrinin İmam-Hatip okulu kütüphanesinden ben tam takım Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant, Abdullah Ziya Kozanoğlu gibi yazarları okuduğumu biliyorum. Lise birinci sınıfa başladığımızda rahmetli N. Sami Banarlı’nın Edebiyat kitabını takip etmeye başladık.

İKİ KÖY İYİLEŞİRSE…

Sonradan meslektaşı da olduğum için takdirle yad ediyorum, merhum verdiği metinlerin öncesini çok başarılı ve merak uyandıracak bir özetle takdim ederdi. Ben bu kez, gerektiğinde İl Halk Kütüphanesi’ne de uzanarak orada incelediğimiz metinlerin tamamını bulup okumaya başladım. Örneğin Reşat Nuri’nin Bir Kadın Düşmanı romanını bulup okuyunca bu kez yazarın diğer eserleriyle de ilgilenmeye başladım. Böylece lise yıllarımda Türk ve Dünya edebiyatının epeyce bir yazarını, bazen de şairini okuyarak okulu bitirmiş oldum. Bu arada yeni çıkan kitapları da takip ediyoruz. O günlerde Mehmet Niyazi Özdemir’in Var Olmak Kavgası diye bir romanı çıktı. Bir İmam-Hatiplinin hayatını, mücadelesini, görevli gittiği bir köyde, orayı nasıl olumlu ve daha çok iktisadi ve sosyal anlamda değiştirdiğini anlatıyor. Her askeri ihtilalde olduğu gibi 12 Mart müdahalesinden sonra da İmam-Hatip okullarına yönelik bir kara propaganda var ve mezunlarının önü kapalı gibi. Bu iki gerekçeyle bir yakın arkadaşımla ben yüksek öğrenime devam etmemeye ve bir köye gidip orada bir değişim gerçekleştirmeye karar verdik. Biz tam bu psikoloji içinde iken okulumuza genç bir felsefe öğretmeni tayin edildi. Belletici öğretmen olarak okulda kalıyor, yaşı da bize yakın olduğu için bizimle arkadaşça sohbet ediyordu. Böyle bir konuşma anında okul bitiyor, ne düşünüyorsunuz diye sordu. Bizim cevabımız hazırdı, projemizi anlattık. Bir felsefeci yaklaşımı ile bana dönüp Türkiye’de kaç köy olduğunu sordu. Ben kırk bin yaklaşık diye cevap verdim. Peki iki köy iyileşince geriye kaç köy kalıyor dedi. Ben verilmek istenen mesajı anladım ve tamam hocam ben vaz geçiyorum dedim. O kararla Haziran’da mezun olup üniversite sınavlarına katıldım.

Benim bu şehirde yaşadığım altmışlı yılların sonu ile yetmişli yılların başında Çorum küçük sayılacak nüfusuyla tipik bir İç Anadolu şehri idi. Saat Kulesi ve Ulu Cami etrafında kümelenmiş çarşı ve ticari hayat dışında mahalleler geleneksel konumlarıyla ve daha çok da toprakla bağlantılı bir hayat sürdürmekteydi. Hatta şehirli esnaf da yine bu tarz şehirlerde sıklıkla görüldüğü gibi bağ bahçe ile ilişkisini tümüyle kesmemişti ve onların da şehir çevresinde toplu bağları bulunmaktaydı. Okulumuz, şehrin kuzeydoğu tarafında ve evlerin bittiği noktadaydı. Bizden biraz ilerde de sözünü ettiğim bu bağlardan birisi yer almaktaydı. Genişçe bir alana yayılmış olan bağlara az çok varlıklı şehir halkı atlı arabalarıyla gider, hafta sonları da geriye mevsimine göre elma, üzüm gibi ürünlerle dönerlerdi.
BİR REÇEL KÂFİ DEĞİL Mİ?

Biz genelde o yol üzerine yürümeye çıktığımız için yanımızdan geçerken de mutlaka bize bu ürünlerden bir miktar verirlerdi. İlerleyen sınıflarda bu konumdaki bir esnaf ailesinin benden küçük sınıftaki çocuğuna bir nevi ağabeylik yaptım, derslerine yardım ettim. Onlar beni bir hafta sonu bağlarına götürdüler ve oradaki gündelik hayatı, yeme içme kültürünü görme fırsatı elde ettim. Birkaç kez de aynı ailenin kahvaltılarına çağrıldım. Bu vesile ile hayatımda ilk kez şehirli eşraf ailelerin zengin kahvaltı sofralarına şaşırarak oturdum. Mesela orada birkaç çeşit reçelin yer almasını anlayamamıştım. Bana göre bir tanesi kâfi idi.

O yıllarda okullarda spor salonları yoktu ama okul bahçelerinde voleybol ve küçük futbol alanları olurdu ve buralarda vakit geçirirdik. Okul özellikle voleybol ve güreş alanında öğretmen okulu ile kıyasıya bir rekabet içinde idi. Zaman zaman amatör tiyatro etkinlikleri ve münazaralar olurdu. Özellikle bilgi yarışmaları ile birlikte münazaralar okullar arasında tatlı bir rekabete dönüşür, seyircileri ile birlikte izleyenlere heyecanlı anlar yaşatırdı. Bir de heyecanla çıkardığımız duvar gazeteleri. Yaklaşık 1.25x1 ebadında ahşap çerçeveli, arkası çuha bir alana el yazılarımızla bir dosya kâğıdına yazılan yazılarla hazırladığımız heyecanlı çalışmalar. Bu faaliyet de sınıflar arası tatlı bir rekabet konusu idi. Öğretmenlerle röportajlar yapar, çocukça şiirler, hikayeler, denemeler kaleme alır, bunlarla bir anlamda öğrendiklerimizin uygulamalarını yapardık. Benim de ilk yazılarım bu duvar gazetelerinde çıkmıştır. Sonradan ünlü bir hattat olan Turan Sevgili hocamızdı ve gazetenin başlığını ona yazdırmış, bu dikkat çeken yazıyla da arkadaşlarımıza fark attığımızı düşünmüştük. Ders ve etütler dışında çarşıya iner, Ulu Cami civarında leblebiciler arasında dolaşır, işimiz varsa PTT’ye uğrar, sonra, maalesef meşum Çorum Olaylarında vefat eden Mehmet Şahinci’nin sahibi olduğu Şahinci Kitabevinden varsa ihtiyaçlarımızı giderir, hafta sonu ise mutlaka yine merkezde bulunan birkaç sinemadan birine giderdik. Hali vakti biraz daha iyi olan arkadaşlar sinema öncesi veya sonrasında pastaneye de giderlerdi. Çorum o yıllarda küçük ticari işletmelerden ve başta kiremit ve tuğla olmak üzere toprak sanayiinden ve un fabrikalarından oluşan bir üretime sahipti. Ama bu küçük şehrin bizi koruyan ve kollayan insanlarını hiç unutmadım. Bazen bayram sabahları tanımasalar da bizleri evlerine götürür, ramazanlarda iftara davet eder, böylece çocuk yalnızlığımızı ve aile hasretimizi paylaşırlardı. Şehirden bazı arkadaşlarımızın evlerinde ise elbette daha rahat ederdik.

Sonraki yıllarda da Çorum’u zaman zaman ziyaret ettim. İstikrarlı biçimde gelişim ve değişimini sürdürdü. Elbette büyüdü de. Örneğin okulumuzun ilerisindeki bağlar yok artık ve yerinde Binevler adıyla yeni bir semt kuruldu. Sanayii kendi iç dinamikleriyle gelişti. Toprak ve un sanayiine yumurta tavukçuluğu gibi alanlar eklendi. Leblebide lider oldu. Bunların ötesinde yeni ihracat kalemleri geliştirdi. Turizm bir sektör olarak gelişti. Daha önemlisi iyi belediye başkanları elinde gecekondusu olmayan az sayıdaki kentten biri oldu. Hatta o bilindik sözü, hiç bir komplekse kapılmadan, Çorumlunun yaptığını herkes yapamaza çevirerek, yeni şehrin mottosu haline getirdiler. Bu misyon bile şehrin yeni yapıya nasıl şevkle yaklaştığının ürünüdür.

Çevresindeki benzersiz turizm alanları ve bunların sergilendiği değerli müzesi Çorum’u bir cazibe merkezi haline getiriyor. Buraları gezdikten sonra Kâtipler Konağına uğramanızı ve zengin menüsüyle bir de lezzet şölenine tanık olmanızı öneririm. Ama özellikle İskilip Dolması ve nişastadan yapılan özel baklavasından tatmamışsanız bir daha gitmeniz gerekecek demektir. Ama benim için Çorum bunların ötesinde bir şehir. Bir kere başka hayatlara açılan bir kapı. Elbette yaşadığımız şehrin ve yatılı okulun sıkıntıları vardı ama bir şeye müteşekkir olmamız lazım, bu ortam bizi, yani köy çocuklarını tarlalardan, bahçelerden, koyun, kuzu, inek peşinden alıp devletle tanıştırdı, memur, öğretmen, akademisyen, bürokrat ve siyasetçi yaptı. Cumhuriyet Türkiye’sinin bu eşitlikçi ve çalışanı yukarıya taşıyan yapısını şükranla yad ediyorum. Elbette Çorum’a da müteşekkirim. On iki yaşında bağrına bastığı bu çocuğu on dokuz yaşında bir genç adam, bir delikanlı olarak üniversiteye uğurladı. Sadece üniversiteye mi yeni hayallere, yeni ufuklara da. Bu yüzden benim için yeri her zaman bir başkadır.

11 Eylül 2020 Cuma

Editör: TE Bilisim