Küresel ısınma ya da iklim değişikliği dediğimiz zaman, kimileri “O da ne ki?” der gibi yüzümüze bakıyor.

Bilimsel gerçeklerle herhangi bir ilişkileri yok çünkü. Yerine göre, “Nerde o eski kışlar!” diyorlar belki, diz boyu karda yürüdüklerini hatırlıyorlar, anlatıyorlar, sonbaharın, ilkbaharın artık eskisi gibi olmadığının farkına varıyorlar, daha sık ve daha yıkıcı afetleri yaşıyorlar, ya da duyuyorlar, görüyorlar, ama bunların doğal dengelerin bozulmasından kaynaklandığını akıllarına bile getirmiyorlar.

*

Oysa, Birleşmiş Milletler’in geçtiğimiz günlerde açıkladığı iklim raporu, daha fazla zaman kaybetmeden acilen bazı önlemlerin alınması gerektiğini ortaya koyuyor.

Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafi bölge, iklim değişikliği konusunda en hassas ve riskli bölgelerin başında geliyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün verileri de bu yargıyı doğruluyor. Buna göre, yağış rejimleri, miktarı ve sıklığı bakımından önemli değişimler yaşanıyor. Fırtına, şiddetli yağış, dolu ve sel afetleri görülmedik şekilde arttı.

*

Cumhuriyet’ten Hazal Ocak, BM iklim raporunu konu edinen haberinde, küresel ısınma ve bunun devamı olan kuraklığa bağlı olarak tarımsal üretimin daha da azalacağına dikkat çektikten sonra, uzmanların görüşlerine dayanarak “gıda güvenliği” sorununun gündeme oturacağına vurgu yapıyor. Sonuç olarak da “açlığın kapıda olduğu” yargısına ulaşıyor.

Çare, sera gazı salımının azaltılması, en azından daha fazla artırılmaması, güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerjilere yönelinmesi…

*

Gözlerimizi kapatıp görmezden geldiğimizde, sorunlar ortadan kalkmıyor ne yazık ki.

Küresel ısınma da, gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakabilmemiz bakımından, yüzleşmemiz ve mutlaka bir şeyler yapmamız gereken sorunların başında geliyor.

Bu doğrultuda farkındalık oluşturmanın yolu da, sorunun varlığını birey olarak algılamaktan ve işin hassasiyetini benliğimizde hissetmekten geçiyor.