Hoca Hayret Efendi, II. Abdülhamit döneminin hiciv şairlerinden biridir... Şair Eşref’in hem çağdaşı, hem de yakın arkadaşıdır... Ahmet Mithat Efendi ile de bir dönem yakın arkadaşlığı olan Hoca Hayret Efendi onun muhalif çizgiyi terk ederek ılımlı bir dönüş yapması karşısında selâmı kesecektir. O dönem, hafiyelerin kol gezdiği, sansürün sebil olduğu, jurnalin geçer akçe olduğu günlerdir.

Hoca Efendi ise hiç esnemeyen bir Abdülhamit muhalifidir. Ne işsizlik, ne yoksulluk onu düşüncesinden caydıramaz.

1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra “İslâm” adlı bir gazetede yazdığı bir yazı yanlış anlaşılarak Sıkıyönetim Kararnamesi gereğince 5 yıl süreyle Rodos’a sürgün edilir. (12 Temmuz 1909)

Yakın arkadaşının uğradığı haksızlığı gidermek için çaba gösteren kişi ise Şair Eşref olacaktır. İzmir’den Mabeyin Başkâtibi Halit Ziya Bey’e (Uşaklıgil) mektup yazarak affı için ricada bulunur. Rodos’a sürgün giden Hoca Hayret Efendiye de bir mektup yazarak durumu anlatır ve “Lâzım gelenlere ikişer satırlık arzuhal yazmasını ve inadı bisud göstermesini” önerir.

Yazdığı bir dörtlüğü ise hem Halit Ziya Bey’e, hem de Hoca Efendiye gönderecektir.

“Vakt-i hürriyette Hayret dendi namına mürteci

Bir zaman yanımda istibdadı derdin düşmenim

Mutlaka bir sehve mebnidir bu mahkûmiyetin

Nefye lâyık değilsin çünkü ispatın benim”

Anneannem, Hoca Efendi hakkında bildiklerini zaman zaman anlatmıştır. O da bunları annesinden dinlemiş olmalıdır.

Sürgün mahkûmiyeti öncesi gözaltına alındığında Çapa’daki evlerinde oturduklarını söylerdi. O ev şimdiki Çapa Tıp Fakültesi’nin yanından Vatan Caddesi’ne (Adnan Menderes Bulvarı) inen yokuştaki sokaklardan biridir. Eğer yanlış hatırlamıyorsam sağdan ikinci sokak olmalıdır.

Bir akşamüstü Hoca Efendi eve gelirken onu bir sürpriz beklemektedir. Bir sivil memur onu yokuşun başında yanında mahalle bekçisi ile beklemektedir... Sivil memur bekçiye sorar, “Hoca Hayret Efendi bu mu ?” Bekçi suskun, başını sallar. Sivil memur, “Merkeze kadar gideceğiz Hoca Efendi...” der. Hoca Efendi elindeki ekmek çıkınını eve bırakmak isterse de sivil memur izin vermez. “Çıkını bekçi eve bırakır...” der ve beraberce bir faytona binerek merkeze doğru yola çıkarlar.

Sultanahmet Ceza ve Tutukevi’nin kaçıncı düşünce suçlusudur acaba Hoca Hayret Efendi... Ondan sonra da nice yazar-çizer, düşün insanının zorunlu ikamet yeri olacaktır bu yapı...

Eşi Hatice Hanım’dan ilk isteği kitap sandığı ile bir yatak ve yorgan olacaktır Hoca Efendi’nin... Hatice Hanım her gün yemek taşır cezaevine... Mendilinin arasında gizlediği makas ile de Hoca Efendi’nin tırnaklarını keser... Bir gün yine cezaevine gittiğinde Hoca Efendi’nin Rodos’a sürgün edildiğini öğrenecektir... Beş parasız kalan ailenin dramını anlatacak kimse kalmadı bugün... İhtimal eski zaman mahalle dayanışması ile ayakta durmaya çalışmışlardır.

Hoca Efendi ise kitap sandığı, yatağı ve yorganı ile Rodos seferindedir!

Anneannem Rodos’ta bir oda kiraladığını söyleyecektir babasının... Hoca Efendi bir gün çarşıda gezinirken eski bir öğrencisi ile karşılaşır. Hocasının sürgüne geldiğini öğrenen genç şaşkındır... İstibdada karşı hiç yılmadan savaşan Hoca Hayret Efendi II. Meşrutiyet’ten sonra sürgüne gelmiştir! Hoca Efendi’yi evlerine yemeğe davet eder... Genç, Rodos’un varlıklı ailelerinden birinin oğludur. Lâf lâfı açıp sohbet uzarken vefakâr öğrenci Hocasının yatağını ve kitaplarını kendi evlerine taşıtır. Akşam Hoca Efendi gitmek isterse de buna izin verilmez... Bu anneannemin bana anlattıkları...

Hoca Hayret Efendi 1910 yılında affedilerek İstanbul’a gelir ve 1911’de Darülfünun Ulumu Diniye ve Edebiye Şubeleri Müdürlüğü’nden emekliye ayrılır. 1913 yılında ise vefat eder.

Dilimizin döndüğünce söylemeye çalıştığımız gibi beni arkamdan iten ve yazının sularında yüzdüren genetik itenin annemin dedesi Hoca Hayret Efendi’dir. Sülalemin bilinen ilk şairi, düşünce suçlusu ve siyasi mahkûmunu rahmetle anıyorum.

Yazımızı Hoca Hayret Efendi’nin bir sözü ile bitirelim... “Kitaba bakarak karşılık vermek, kabak bağlayarak yüzmek gibidir.”

En az üç bin besteyi ezbere okumayanın hanende sayılmadığı bir dönemden Internet’le yaşanan bilgi çağına geçmek için ne çileler çekmiş insanlık...

Meraklısı için ek:

Nezih Coş, 1949 yılında doğdu, İktisadi Ticari İlimler Akademisi'ni (İTİA) bitirdi. 1968'den başlayarak çeşitli dergilerde çalıştı, 70'li yıllarda Türk sinematek derneği ve o zamanki adıyla Türk Film Arşivi'nde çalıştı. Cumhuriyet ve Aydınlık gazetelerinde sinema yazıları yazdı. Sinema salonlarıyla ilgili araştırması ödül kazandı. 1 Ocak 1987 tarihinde bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti.