1979 Yılında bir günlük gazetenin (Aydınlık) sanat sayfasında başlayan yazı serencamımız 1981’de Ufuklar adlı kısa ömürlü bir dergide yayımlanan iki yazı ile es yaptı... Oldukça uzun bir es. Ne zamana kadar mı? 1992 Şubat’ına kadar... Yuvarlak hesap on yıl... On yıl, ülkemizin darbe periyodu olduğu kadar edebiyatların da kuşaklar cetvelidir. 40’lı şairler, 50’li öykücüler, 60’lı çizerler, yetmişli nineler edebiyat tarihçilerimizin değişmez köşe taşlarıdır. Ne yüzüğe takılan, ne de meydanlara döşenen bu taşların 2000’li yıllardaki arkeolojik değeri ise bizim sorunumuz değildir.

“Onca yıl sen ne yaptın be adam?” diyerek barut kokan ve fakiri çapraz tarayan sorular duyuyorum... Efendim, biz bu dönemde doğduğumuzdan beri yaptığımız bir şeyi yapmaya devam ettik. Yaşanmışlıkları biriktirdik... Daha doğrusu biriktirdiğimizin ayırdına varıp yazmaya başladık yeniden...

1992’de Turgay Kantürk’ün “İlk Gibi Son” adlı ilk şiir kitabı Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü almıştı... Turgay, Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda birlikte çalıştığım aktör, yönetmen ve şair bir arkadaş... Yönetmenliğin ilk ışıkları görünen bir yetenek, zarif, çelebi bir dost...

Arkadaş olur, kitabı yayımlanır da imzalayıp vermez mi? Turgay, “İlk Gibi Son”u bize de imzaladı... Ve kitap üzerine bir yazı yazmamı rica etti... Ve her şey Turgay’ın o ricasıyla yeniden başladı. O rica, Pandora’nın Kutusu’nun kapağını mı açtı, yoksa barajın kapağını mı? Bilmiyorum...

Efendim, biz fakir-i pür taksir, şark toplumunun bir ferdi olarak bu konunun değerlendirmesini edebiyat tarikçilerine (tarihçileri değil) bırakmakta fevkalâde yarar görüyoruz... “Sezar’ın hakkını Sezar’a verenler, kendi haklarını kime verirler?” sorusu küreselleşen dünyamızda miras hukukunu ilgilendiren bir sorunsaldır... Kalemimizde “sorunsal” sözcüğüne takılma gibi bir eğilim başladı galiba... Hadi, hayırlısı...

“Yahu Turgay”, dedim, “Senelerdir yazı yazmıyorum, yazamam... Hem yazsam bile kim yayımlar” dediysem de derdimi anlatamadım... Tiyatrodaki iş tempom ise yedi gün ekleme cigara gibi dumanlı bir dönem... Sahne direktörüyüm. Basın ve halkla ilişkilere de ben bakıyorum.

Bir hamlamışım ki anlatamam... Dirseklerime kurşun gülleler asmışlar sanki... Kalem yürümüyor... Onu bir ben bilirim, bir de Tanrı... Otura kalka, odalarda volta atarak bitirebildim yazıyı.

Ve Hürriyet Gösteri dergisine gönderdim... Yayımlandı... (!) Bu arada Turgay da bana kitap taşımakla meşgul... Hoca, şu kitabı gördün mü? Şu kitap için yazmayı düşünmez misin? İkinci yazım yayımlandığında, zamanın kapılarından bir başka zamana geçmiştim bile... Nereden nereye geçtiğimin ayırdına vardığımda bir başka ülkedeydim. Dil ülkenin gezginlerinden biri olmuştum. H.Gösteri’den sonra Milliyet Sanat ve Varlık dergilerinde yazılarım yayımlanmaya başladı.

Bu işe en çok şaşıran ise eşim oldu... “Hiç yayımlanmayan yazın var mı?” diye sordu. Hayır, dedim, ne yazıp gönderdiysem hepsi yayımlandı... “Memlekette bu denli yazar kıtlığı mı var, yoksa sen mi iyi yazıyorsun?” soruları uçuşup duruyordu yüzünde...

Felsefe mezunu bir dost, Okan, kulakların çınlasın, yazılarımın otobüste, durakta ayaküstü okunamadığını söylüyordu... Bu artı bir ölçüt müydü, yoksa eksi mi? Ben fakir ise bulduğum biçemi kullanmakta kararlıydım.

1993’ün hangi ayıydı, şimdi hatırlamıyorum... Üç dergide birden yazılarım yayımlanmıştı... Varlık, H.Gösteri, M. Sanat... Turgay, “Sen de azdın...” dedi... Ben de, “Biri arkamdan itti... Onu bir yakalarsam...” dedim. Muzip bir gülümseme yayıldı yüzünde ve sustu...

Fala inanma, falsız da kalma demişler... İstanbul’a gittiğim bir akşam eski dostlardan Bekir’le çay sohbeti yaparken laf nereden dolandı ise burçlara gelmişti... Oldukça zengin kitaplığından burçlarla ilgili bir ansiklopedik kitap çıkardı... Yıldız falıma göre kırk beş yaşımdan sonra edebiyat ve yazı alanında verimli olacağımı okudu... Önce inanmadım. Ver şu kitabı, dedim... İçimde bir acaba sorusu... Uyduruyor mu yoksa derken, Bekir’in söylediği aynen yazıyordu burç falımda... (!) Durakladım. Yaş kırk dört demişim... Bekir gülümsedi... Allah’tan hayırlısı...

Beni ilk arkamdan itenin adı söylemiş miydim? Sevgili Nezih COŞ... Sinema yazarı, eleştirmen Nezih COŞ... Şimdi bir başka zamandan bıyıklarını çekiştire çekiştire bakıyor bize...

1979 Mayıs’ında askerlik dönüşü yeniden İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda çalışmaya başlamıştım... Prova, oyun, turne dışında kalan zamanlarımı ise Tünel Kültür Sanatevi’nde çalışarak geçiriyordum. Resim sergileri, film gösterileri, açık oturumlar, imza günleri, açıklamalı müzik dinletileri, tek kişilik oyunlar...

Nezih Coş’u Tünel Kültür Sanatevi’nin renkli sanat ortamında tanıdım... 1968 kuşağının sinemaseverleri Nezih Coş’u umarım anımsamışlardır. Cumhuriyet, Aydınlık gazetelerinde sinema eleştirileri yazıyordu. Bir süre sonra da Aydınlık gazetesinin sanat sayfasını yönetmeye başlamıştı.

(SÜRECEK)