Aşağıdaki yazıyı, 28 Ekim 2005 tarihinde yazmışım.

Demişim ki;

“….Kabul!... Ekonomik sıkıntılar, hepimizi canımızdan bezdirdi.

Kabul!... Sosyal çalkantılar, ruh dengemizi alt üst etti.

Kabul!... Gelecek endişesi, insani duygularımızı köreltti.

Kabul!... Hızla kozmopolitleşen kentimiz, hepimizi paranoyak yaptı.

Ve dahası…

... ...

Ancak hiçbir neden, bizim, (diğer insanlara karşı) suratsız, sevimsiz, nobran, nemrut, ve küstah olmamızın gerekçesi olamaz, olmamalı...

Esenleşmek, gülümsemek, tanıdık/tanımadık (yakınlık derecesi ne olursa olsun) bir insana selam vermek, verilen selamı almak, (cinsiyeti ne olursa olsun) uzatılan eli sıkmak, insan olmanın gereğidir.

Esenleşmek; bir kültürdür, görgüdür, uygarlık göstergesidir, insanca bir davranıştır.

Verilen selamı almamak, esenleşmemek için görmezlikten gelmek, gözlerini kaçırmak, başını başka yöne çevirmek ise; görgüsüzlüktür, terbiyesizliktir ve de hanzoluktur...

“Mülki amirler, yerel yöneticiler, adliye mensupları, daire amirleri, kamu çalışanları, askerler, polisler, zabıtalar; bulundukları makam, taşıdıkları sıfat ve üniforma gereği asık suratlı olur, verilen her selamı almaz...” diye bir kural yoktur.

Kaldı ki ciddiyet; “asık suratlı olmak” ya da “tebessüm etmemek” demek de değildir.

* * *

Şimdi bunları durduk yere niye yazdım!?...

Son günlerde, ciddiyetle, nobranlığı karıştıran kentli(!) insan sayısında belirgin bir artış gözlemliyorum.

Eskiden, kamu kurumlarında görevli olanlar, nobranlığın başını çekerlerdi. Şimdi bunlara bir de; özel kurumlarda çalışanlardan ve sivil halktan katılanlar oldu.

Hep birlikte tümden suratsız, sevimsiz ve nobran olup çıktık.

Ciddiyetle nobranlığı birbirine karıştıran makam sahipleri; “alçak dağları da, yüksek dağları da ben yarattım” havalarında, yanından geçerken kendisini esenleyen insanları bile görmez oldu. İnsanlarımız; tanıdıklarının yüzüne bile bön bön bakar ya da esenleşmemek için kafasını başka yöne çevirir, Allah’ın selamını birbirinden esirger oldu.

Haa esirgiyorlar da ne oluyor?...

Kendileri komik duruma düşüyor.

Arkalarından “... hay seni o makama oturtana” deniyor. Ya da “...hay sana o üniformayı giydirene” ya da “... İnsan olmadıktan sonra, mal mülk sahibi olsan ne yazar, Allah’ın öküzü... ayısı...” deniyor.

Her hangi bir tanıdığınızın yanından geçerken; adam gibi bir “merhaba” deseniz, tebessüm edip bir selam verseniz, verilen selamı adam gibi alsanız; bir yanınız mı eksilir, koltuğunuza, üniformanıza, malınıza mülkünüze halel mi gelir a benim tosuncuklarım, a benim görgüsüz ayıcıklarım!?...

* * *

Şunu anlatmak, şu iletiyi vermek istiyorum.

Birlik ve dirliğimizi korumak için, huzur içinde bir arada yaşamak için; birbirimizi sevmek, birbirimize saygı göstermek zorundayız. Eski komşuluk, akrabalık, arkadaşlık, dostluk, hemşerilik, en önemlisi insanlık ilişkilerimizi canlandırmak, diri tutmak zorundayız.

Esenleşmek, gülümsemek, hatır sormak, bu işin abecesidir...

Lütfen tanışlarınıza selam verin, tebessüm edin... Adını bilmeyebilirsiniz... Hatta sizi esenleyen kişiyi tanımayabilir, anımsayamayabilirsiniz. Olsun!... O sizi esenlenmeye değer bulmuş, esenlemiş; aynı duygularla siz de karşılık verseniz ne olur!?...

Evet!... Siz kamu görevlisi (X) kardeşim; siz ağa geçinen, bey geçinen, alçak dağları da yüksek dağları da yaratan(!) (Y) kardeşim!... Verilen selamı alın, siz de selam verin. Korkmayın, bir yanınız eksilmez. Forsunuza, cafcafınıza, saltanatınıza, malınıza mülkünüze, ağalığınıza, beyliğinize, parti başkanlığınıza, siyasi kariyerinize bir şeycikler olmaz.

Nobranlık, işgal ettiğiniz makama da yakışmıyor, üzerinizde taşıdığınız üniformaya da, ağalınıza / beyliğinize / hanımefendiliğinize de...

Şunu hiçbir zaman unutmayın. Hiçbir koltuk, hiçbir makam, hiçbir rütbe, hiçbir servet, hiçbir kimseye baki değildir.

Herkes bu dünyaya çıplak gelip, çıplak gidiyor.

Önemli olan, adam gibi adam olabilmek.

Önemli olan alçakgönüllü, görgülü olabilmek.

Önemli olan, gök kubbede hoş bir seda bırakabilmek.

Önemli olan öldükten sonra, “adam gibi adamdı...” diye anılabilmek.

Gerisi boş canım kardeşim!...

Gerisi boş...”

* * *

Şimdi te 2005’li yıllarda yazdığım bu yazıyı, tekrar niye köşeme taşıdım?

Çünkü değişen hiçbir şey yok.

Aynı suratsızlık, aynı nobranlık, her kesimde süregeliyor.

Kurum çalışanlarının ve de sade sivil yurttaşların büyük bölümünde tavır, aynı tavır.

Şimdi bana kurum ya da makam adı verdirmeyin; üç aşağı beş yukarı kurumların hepsi aynı.

O kurumun, Ahmet Beyi öyle değilse, Mehmet Beyi öyle.

Sade, sıradan yurttaşlar için de geçerli bu durum.

… …

Yaklaşık bir yıldır her sabah saat 6, bilemedin 7’de çıkıp, Ahmet Tokuş Bulvarı üzerinden, Alantur’a kadar yürüyorum.

Bu güzergâhı kullanan, yürüyen insanlar, üç aşağı beş yukarı hep aynı insanlar.

Bu insanları göre göre; o insanların simaları, ister istemez insanın belleğine yerleşiyor; tanıdık biri gibi oluyor.

Bu insanlarla karşılaştığınızda; (hele bir de serde, benim gibi munislik ve sevecenlik varsa) ayırdında olmadan ağzınızdan “günaydın” ya da “merhaba” sözcükleri dökülüyor.

Sonra?

Sonra ne mi oluyor?

Benim tosuncuğum, bön bön bakıyor.

Dahası, tosuncuğun ağzından, “tanışıyor muyuz?” gibi aptal bir soru çıkıyor.

Gel de nezaketini bozma…

… …

Mezunu olduğum Afyon Lisesi’nin geleneksel toplantılarında birini Datça’da yapmıştık.

Kaldığımız iki günlük sürede, sabah yürüyüşlerimi, orada da yaptım.

Orada da pek çok Datça yaşayanı, sabah yürüyüşleri yapıyor.

İlk kez gördüğüm bu insanların tamamı bana “günaydın” dedi, şaştım kaldım.

Hatta ilk günaydınlarla karşılaştığımda; dönüp dönüp arkama baktım, “acaba bir başkasına mı günaydın dedi” diye…

Yazının özü dostlar; insanlara (yılışmadan) gülümseyin, esenleyin onları.

Kokmayın, hiçbir yanınız eksilmez.

Esenleşmek, erdemdir ve insanca bir olaydır.