…, …,
Nazen kocasına daha sıkı sarıldı. Ağlayarak konuşuyordu;
“Sen olmasaydın ben ne yapardım? Köyümüz boşaldı. Ermenilerin korkusundan Erzurum’a göç ettiler. Hayatta bir tek anam, bir tek babam vardı. Onlar da ölünce köyde yapayalnız kaldım. İhtiyar halam beni getirip sana vermeseydi tek başıma ne yapardım?” (sayfa 90)
…, …, …,
Battal, sinirli, sinirli;
“Sen bu tabancayı bana süs diye mi veriyorsun? Görmüyor musun dadaşlar diyarı Erzurum’un halini? Rus asker elbisesi giymiş devriye gezen şu Ermenilere bak! Boyalı körüklü çizmeleri ile hava atıyorlar. Hani nerede bizim Osmanlı subaylarımız?” diye bağırıyordu Musa’ya. (Sayfa 91)
…, …, …,
Muhammet başını kaldırıp, çeşmenin yanındaki evin penceresine baktı. Kafesleri gözden geçirdi. Yanındakilere “siz burada durun” dedi.
Yeşil boyalı kanatlı tahta kapının el şeklindeki tokmağını üç kere vurdu. Bir pencere kayıtının açılması sesi duyuldu. Bir ses;
“Kim o” dedi.
“Benim Hacı Ömer Emmi. Alaca Köylü Muhammet.” (Sayfa 149)
…, …,
Kadın bana hoş geldin bile demeden anlatmaya başladı:
“Genç delikanlı senin Erzurumlu olduğunu öğrendim. Rahmetli eşim Erzurumluların ne kadar milliyetçi vatanperver olduklarını anlatırdı hep. Benim kocam cesur bir Türk Subayıydı. İstanbul’da İngiliz subayları ile giriştiği münakaşadan sonra İngilizlerin bir suikastına uğramasın diye Erzurum’a tayin edildi. Buraya geldiğimizde Rusların işgal günleriydi. Şehirde bir askerî kışla vardı ama Türk askerlerinin herhangi faaliyeti yoktu, zaten çok az subay bulunuyordu. Zannediyorum onlar da istihbarat görevi yapıyorlardı. Ruslar kocamın geldiğini duymuş ve peşine iki Ermeni takipçi koymuşlar. Bir gece eve dönerken karanlıkta arkasından gelip kurşunladılar. Silâh sesini duyan halk dışarı çıkıp ellerinde fenerle kocamın cesedini görüyorlar ama Rus askerlerinin Türk Subay elbisesi giyerek casusluk yaptıklarını bildikleri için korkup evlerine geri dönüyorlar. Kocamın cansız vücudu sabaha kadar karlar üstünde kalıyor.” (Sayfa.250)
* * *
Zülâl Kaya’nın romanından birkaç paragraf bunlar. Romanda sadece Ermenilerin Müslüman halka yaptığı katliam anlatılmıyor. Türk halkının Ermeni zulmünden kaçıp Anadolu içlerine kadar günlerce yayan yapıldak, aç ve çıplak, korumasız olarak göçünü de anlatıyor.
Zaten kış, başlı başına bir felâket. Kar, kış soğuk ve korunacak imkânlar yok. Devlet hiç yardım edemiyor. Yani Türk milleti, millet olarak ne kadar sefil ve perişan ise; Devlet de o kadar çaresiz ve aciz.
* * *
Çorumlu yazarımız Zülâl Kaya, önceki romanları gibi, “ERZURUM’DAN KAN DAMLIYORDU” romanında bizzat bu köylere gitmiş, gerçekleri, gerçek kişilerin ağzından derlemiştir. Abartma veya kasten uydurma hiç bir şey yoktur. Hatta yazar, anlatan kişilerin ifadelerine sadık kalmıştır. Nitekim romanı okuduğunuz zaman bunu hemen fark ediyorsunuz. Bazı cümleleri gereksiz uzun, bazı cümlelerde tekrarlar, bazı yerlerde devrik cümleler göreceksiniz. Bunlar anlatan kişilerin yöresel ifadeleridir.
Yazar, romanı anlatanların samimiyetiyle okuyucuya sunmuş. Edebiyat yapmamış, tahrik edici sözler kullanmamıştır. Türk yazarlarının hepsinde gördüğümüz şu asil ve insanî ortak noktayı Zülâl KAYA’da da görmekteyiz. Kitabın önsözünde diyor ki;
“Keşke yıllarca birlikte yaşadığımız Ermeni vatandaşlarımız için tehcir zorunluluğu olmasaydı. Fakat bu kitapta verilen tarihin yıllar öncesine dayanan Ermeni zulmü Osmanlı İmparatorluğunu tehcire zorlamıştır. Bir zamanlar kapı bir komşumuz olan Ermenileri, topraklarımızdan çıkarmak zorunda kalmasaydık. O günler keşke hiç yaşanmasaydı. Bu kitabı okuyunca tehcirin ülkemiz için ne kadar haklı bir zaruret olduğunu anlayabilirsiniz,” diyor ve barışçı bir yaklaşımla ekliyor;
“Gayem halklar arasında düşmanlığı körüklemek değildir. Ama bazı gerçeklerin gün yüzüne çıkmasında fayda vardır. Doğu Anadolu’da her evden, benim de, nenemi, dedemi, yeğenlerimi Ermeniler katletti feryatları yükselmektedir.”
(SÜRECEK)