“Sanatçı ışığı alnında ilk hissedendir” der Atatürk. 20. Yüzyılın devrimler çağı olduğu ise şüphesiz tartışılmaz.

Erdal Alova’nın “yaşamdaşlarım alova” adlı kitabını okumayanlara öneririm. Kimlerle rastlaşacaksınız? Yaşar Nabi, Memet Fuat, Nazım Hikmet, Onat Kutlar, Edip Cansever’in “Kendi adresine sürgün bir yaratık” dediği Ece Ayhan, Can Yücel, Selahattin Hilav, Cemal Süreya’nın tanımıyla “şiir tankeri” Fazıl Hüsnü Dağlarca… Ve dünyanın ilk şiir grevi ile sürpriz isimler de var.

Hep sorarım kendime “neden 1970’li yıllardan sonra sadece Türk şiirinde değil, dünya şiirinde çığır açan isimler çıkmıyor?” diye. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dünya egemen güçler arasında, Malta Anlaşması, paylaşılmış ve egemenler kendi aralarında değil, mevzi savaşlarla 21. yüzyıla geçilmiştir. 21. Yüzyıl ise artık Yeni Köleci Çağ’dır. Tırmanan karşı devrim gelişen teknolojiyi de dolu dizgin kullanarak bir taraftan yapay zekalı robotlar üretirken bir taraftan da insanlara çip takarak insanlığı robotlaştırma çabasındadır.

Erdal Alova, Yeni Dergi şairleri ile başka dergilerde görünen şairlerin bir çığır açtığı görüşüne katılmadığını söyleyerek Memet Fuat’ın “Siz ara kuşaksınız” yorumunu aktarır.

“Çağdaş Türk şiirinde dört ana çığır var. Birincisi, Yahya Kemal’in yüz yıllık aradan sonra, dil ile şiiri yeniden buluşturması; ikincisi, Nazım Hikmet’in serbest nazmın olanaklarını en geniş biçimde kullanarak, klasik şiirden bir kopuş sağlaması; üçüncüsü, Garip hareketinin şiiri sivilleştirme çabası; dördüncüsü ise İkinci Yeni’nin dilin bütün olanaklarını seferber edip, anlamsızlığı da göze alarak, Türkçeye ve şiire soluk aldırmasıdır. Bundan sonra gelen şairler bu birikime yaslanarak boy attılar. Yeni bir çığır açılmadı. Yeteneği ölçüsünde, her bir şair kendi şiirini yazdı.” (a.g.e. sf. 23)

“Anılar, zamanın yağmasından kurtardıklarımız” pek severim bu dizemi. Yazılarımda da denk geldi mi kullanırım. Yağmadan kurtulması için anıların evvel emirde yazılması gerekir. Bazen de birileri yazmayıp anlatırlar. O zaman da iş dinleyenin belleğine kalıyor. Bir de anlatılana olan sadakatine. Erdal Alova, Memet Fuat’ın yazmadığı ancak kendisine aktardığı üç an fotoğrafı var. Üç aktarımın üçü de Nazım Hikmet’le ilgili.

Memet Fuat anlatmaktadır. Göztepe’deki evde kapı çalınır. Koşup açar kapıyı. Benzi sararmış, avurtları çökmüş bir adam vardır kapıda “Nazım abi evde mi?” diye soran.

Nazım heyecanla adamı içeri buyur eder. Arkadaşıymış hapishaneden. Nazım, “Dışarı çıkınca, kalacak yerin yoksa bana gel mutlaka” demiş bir keresinde. Adam verem hastasıdır. Evde bir oda verirler. Birkaç ay onlarda kalır ve iyileşince de gider.

“İşte” der Memet Fuat, ”İncehastalığı ben ondan kaptım, bir ciğerimi aldılar.”

Erdal Alova, “Bu olaycığı anlatırken” der, “gülümseyişinden bir şey yitirmeden, en küçük bir sitem belirtisi göstermemişti.”

İkinci olaycığı Memet Fuat şöyle anlatır. “Nazım her zaman, Kadıköy’den Göztepe’ye yürürdü. O gün Babıâli’den Kadıköy’e vapurla geçecekti. Ben de onu bekliyor, bir yandan da ‘bugün maaş günü, et yiyeceğiz’ diye için için seviniyordum. Kızıltoprak’a geldik ki, gördüğü ilk dilenciye, cebinden çıkardığı bir miktar parayı verdi. Göztepe’ye gelinceye dek bütün dilencilere parasının önemli bölümünü dağıtmıştı. Evin önüne geldiğimizde bana dönerek, ‘kusura bakma evlat, onlar bu durumdayken, benim boğazımdan et geçmez’ dedi. Kalmıştık yine kuru-pilava.”

Üçüncü olaycık; “Kadıköy’de otururken, annem zaman zaman babam Vedat Örfi Bey’i çekiştirir, yakınmaya başlardı. Nazım onu hemen susturup, ‘böyle şeyler konuşma, bana nur topu gibi iki evlat vermiş, daha ne isterim’ derdi. Çok büyük adamdı.” (a.g.e. sf 18-19)

Yaşayan aktarmış, yazan yazmış… Kıssadan hisse de okuyana kalmış.