İnsanlar koşturuyorlar, hep bir yerlere yetişme telaşı içindeler, güzel cümle kurmaya vakitleri yok.
Sevmek sevilmek istiyorlar ama üzerlerine giydikleri yalnızlık hırkası… Sevmek denilen şeyden neler istiyorlar, ama ne veriyorlar? Hep yüzeysel ilişkiler içinde, kendi içlerinin çıkmaz sokaklarında nefessiz kaldıklarını unutuyorlar.
Hayat hep karışık, gelecek hep şüphelerle dolu. Para her şeyin ilacı gibi düşünüyorlar, yavaş yavaş öldüklerini bilmeden... İçlerindeki sesler de birer birer hissizleşiyor, sonrasında ise kendilerinin dinleme vakitlerini arıyorlar. Her şeyi içlerinde öldürdükten sonra kalabalık yalnızlıklar yaşıyorlar.
“Batık teknesinin enkazına tutunmuş kazazedenin aklına, neler yitirdiğinin hesabını yapmak gelmez” diyor Colette.
Hayatın suskun cümleleri gibi durmaktan başka, duygularınızın yerine koyacak bir şeyiniz var mı?
Aşk ve sevgi şarkıları söylemek varken neden yalnızlık türkülerinde teselli arıyorsunuz?
Bilgisayardan ve cep telefonlarından kafalarınızı kaldırsanız, her şeyi donmuş bir resimden ibaret olmadığını göreceksiniz. Hayat insanoğluna sunulan yeşil bir alandan ibarettir. Bu evrende yaşayan bir varlık olarak insanın kaderi içinde bulunduğu koşullar olamaz. Tam tersine insan içinde bulunduğu bütün durumlara bir anlam vermek zorunda. Aynı zamanda bir durum içinde olan varlıklar olduğumuz için seçim yapmamız kaçınılmaz. Öyle ki seçmeyi seçmenin de aslında bir seçim olduğunu anlamamız gerekir. Koşmaktan, yetişmekten, savrulmaktan kendimizi unutmuşken haftalar aylara karışmışken içimizdeki çiçeği, nasıl canlandırabiliriz? Bir soluk alacak, nefesimizi tutmadan yaşayabileceğimiz gizli bir zaman aralığı arayıp duruyoruz. Kendimize dinlenme yerleri bulup, gönlümüzün bahçesinde sevgiyle büyüyebilecek bir çiçek yetiştirebilir miyiz?
Bulanık ve anlamı zor bir resimden kendimizi kazıyıp çıkarmak istiyoruz. Kendimizi boş ve beyaz bir kâğıt gibi hafif hissetmek istiyoruz. Kendi öykümüzden ismimizi silip atmak ve yeni öyküler ile yeni bir isim bulmak istiyoruz. İçimizin karanlık dalgası yüzümüzü alıp götürmeye çalışıyor. Biz ise ona karşı koyacak güçleri kendimizde bulamıyoruz. Oysa ki biz gökyüzünde, kırlarda, kumsallarda yürümeye çalışıyorduk ve nedense kendimizi derin sularda boğmaya çalışırken yakalıyoruz. Bizi bizden, duygularımızdan ayıran duvar soğuk ve ıslak. Oysa biz içimizden sözcükleri bulup çıkarıp, tutunup dik durabileceğimiz, karanlıkta bir mum arıyoruz. Bizim için hayat artık hiçlik ülkesinde bir düşten ibaret gibi görüyoruz.
Yaşam içimizde bir kıymık gibi ve canımızı acıtıyor. Hayata bakan göz camlarımız kirlenmiş ve hiçbir şeyi net göremiyoruz. Karanlıkta kalan içimizin suratına bütün kapılarımızı çarpmak istiyoruz.
Aklımızla en derinlere dalıp, diplere ulaşamıyoruz. Oysa önümüzde kocaman yaşam denilen bir okyanus var. İçimdekileri yıkayıp bir mandalla hayata tutturamıyoruz/tutunamıyoruz.
Aynanın karşısına geçip, yüzünüzü en son ne zaman incelediniz? Yüzünüzdeki her çizgiye ellerinizi dokundurup, Her çizgideki duyguları yeniden tadabildiniz mi? Duygularını sil baştan, yeniden yanınıza alabildiniz mi?
Yüzünüzdeki zamanın izlerini kremle silmekten vaz geçin. En güzel krem gülümsemektir. Hadi! Sevdiklerinize kocaman gülümseyen cümlelerle seslenin.
Yaşadığınız şehrin, insanların, duyguların birbirine geçtiğini unutup, ‘yılmadım duygularımla varım’ deyin.