O gün herhangi bir cumartesiden biriydi... Ya da ben öyle olmasını istiyordum... Oldukça geç kalkmış ve kahve eşliğinde bir şeyler yemiştim... Ve tıraş bile olmadan giyinip birkaç dergi, kitap ve not defterimi alıp çay bahçesinin yolunu tuttum... Birkaç masadaki tanışlara selâm bile vermeden bir köşeye oturdum... Çay ve sigara eşliğinde önce dergileri okumaya başladım... Özkan Mert’in o güzeller güzeli aşk şiirini bir kez daha okudum... Neden son aylarda dergilerde böyle güzel bir şiir yayımlanmıyor diye kendine bir kez daha sordum... Şairlerimize bir hal olmuştu... Evvelki ay yine Varlık’ta yayımlanan şiirin devamı olan bir şiirdi bu daha doğrusu, çıngıl kıyamet bir aşkın çağdaş anıtlarından biri...

Not defterimdeki başlanmış bir şiirin notlarını okudum... “Beş Vakit”in yeni bir bölümünü yazabilir miyim acaba, sorusunu sordum şiire ve kendime... Dergilerdeki yazılar albenili çekim alanıydı benim için... Yine de bazı notlar almadan edemedim... Çay, sigara ve yine çay sigara derken elimin cep telefonuna gittiğini ayrımsadım...

Bu cumartesinin gibi bir gün olmasını istememiştim... Gibi şeylerden korktuğumu söylemiş miydim size? Gibi şeyler her zaman ne yana yatacakları belli olmayan anlar, eylemlerdir... Tıpkı ne zaman alabora olacağı belli olmayan terazisi bozuk tekneler gibi...

İşte ben de alabora olmuş ve cep telefonunu çevirmiştim ama... Hâlbuki ne düşüncelerle başlamıştım bugüne... Onun Pazartesi günü sınavı var... Onu arayıp çalışma ritmini bozmamalıyım... Bugün benim okuma ve yazma günüm, demiş, tıraş bile olmadan çok gündelik bir giysi seçimi ile kendimi sokağa atmıştım... Çünkü çay bahçeleri, kahvehaneler benim en çok, en çabuk yoğunlaştığım mekânlardı... Buralarda ne çok yazı yazmış ve hatta öğrencilik günlerimde ne sınavlara hazırlanmıştım... Ama ne çare telefonu çevirmiştim bir kez... Aklım, o telefon nasıl olsa meşguldür, diyordu... Çünkü evdeki bilgisayar bir internet bağımlısı tarafından işgal altındaydı... Şans, yoksa bir başka şey mi, telefon çaldı... Ve ilk kez o çıktı telefona...

“Biliyorum sınavın var Pazartesi günü ama bir teneffüs veremez misin? Bir çay molası...“ diye sordum... “Neredesiniz?” diye sordu... “Çay bahçesinde...” diye yanıtladım... “Bir saat sonra gelebilirim” demez mi... Bir gözüm saatte, bir gözüm dergilerde, bir çay bir sigara daha...

Güz apansız bir rüzgârla geliyorum diyordu bize... Ulan sonbahar demek üzereydim ki, bugünün çok şanslı bir gün olduğu aklıma geldi... İlk telefonu çevirmiş ve hem meşgul olmayan bir hat, hem de telefona o çıkmıştı... Çekirge bir zıplamış, iki zıplamıştı... Üçüncüye ise ya nasip... Hani derler ya, “gelin ata binmiş ya nasip” demiş diye...

Gibi günlerden korktuğumu söylemiştim değil mi? Bugün de gibi bir gün olarak her şey alabora olabilirdi... Ben yine de iyimser olmak zorundaydım... Siz bir eyleme yüreğinizi verdiğinizde karamsar olmanız mümkün müdür?

Kaç güz önceydi? Unuttum... Kış mıydı yoksa? Bir arkadaş telefon edip yerimde olup olmadığımı sormuştu... Odama geldiğinde elinde benim kitaplarım vardı... Sana imzalamıştım onları, dedim... Bunlar başkasına, deyip kitapları verdi... Ve imzaladım... Bir çay içip gitti... Yoksa içmedi mi, şimdi hiç hatırlamıyorum...

Kim bu diye sorduğumda ise “İyi, sıkı bir okurdur... Antalya’ya giderken ben kitaplarınızı vermiştim... Okumuş, o da edinmek istedi...” dedi. Karşıda kırtasiyeci var ya işte oraya geliyor zaman, zaman...

Kendi çölünü yürüyen bir şair için, ne kadar iyi ve sıkı bir okur olsa da o an çanlar sadece sözcükler ve sesler için çalmaktaydı... Aylık dergileri almak için sık sık uğradığım kırtasiyecide görmüştüm onu... Tezgâhın ardında hem orada, ama hem de başka bir yerde duran bir resim vardı... İşte o zaman o iyi ve sıkı okuru anımsadım... Ben buradayım ama her yerdeyim diyen bir resim gibiydi tezgâhın arkasında... Birkaç gidişimde göz göze geldik, selamlaştık...

Demiştim ya, o günlerde ben kendi çölümü yürüyordum... Ve bir süre sonra da yalın ayak bir deniz görmeye başladım... Gittikçe yaklaşan ve uzaklaşan bir mavi... Gök kanatlı bir okyanus... Her çöl gezgini için serap görmek kaçınılmaz bir görüngüydü... Sözcüklerin seslere bulaştığı ıssız bir yolculuktu o... Renkler ve kokular yitip gitmişti...

Bir saat dolmak üzereydi ki kalabalık masaların arasından geldiğini gördüm... “Ulan sonbahar...” diyesim geldi... Yağmur kokulu bir rüzgâr çay bahçesini dalgalandırdı... Garson, “Yağmur geliyor...” diye seslendi... Biz içeride bir masaya oturup, konuşmaya başladık...

Bir gün ama bir dünya gününde bir kaplumbağa fosili bulursanız bir çölde denizi düşünün, aşk çöllerinin vaha olan çıplak ayaklı denizini ve yumurtladığı kumsallara dönen deniz kaplumbağalarını... Boz bir kırda yazılan bir düş altı belgeselidir bu öykü belki de...