Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra dönemin emperyalist devletleri Osmanlı Devleti’ni bölüşmek için imzalatılan Sevr Anlaşması uyarınca işgale başlamıştır.

Türk milleti de bu açık işgale Mustafa Kemal Paşa önderliğinde direnmiş, emperyalist işgalciler geldikleri gibi gitmiş, daha doğrusu Mustafa Kemal'in önderliğinde Türk Milleti tarafından def edilmişlerdir.

Malum(!) yerlerindeki tekme izlerini ve kuyruk acısını hiç unutmayan emperyalist devletler Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla taktik değiştirmiştir.

Tam bu noktada başımızı geriye çevirerek Atatürk'ün büyük öngörüsünü hatırlamamız gerekmektedir.

"Emperyalizm Türkleri hiç af etmeyecektir."

1938’e kadar etnik köken ve inanç kartını kullanarak gerici ayaklanmalarla genç Cumhuriyeti yıpratmak ve yıkmak için çalışan emperyalizm, 1945’den sonra ise yıllara yayılan bir planla Türkiye’yi içerden işgal yolu seçmiştir. Artık işgalciler 1920’de olduğu gibi üniformalı değildir.

ABD’li bir senatör Amerikan Senatosu’nda yaptığı bir konuşmada “Yetişen kadroların hızla genel müdür yardımcısı ve müsteşar yardımcısı olduklarını, böylece Türkiye’de istediklerini daha kolay yapacaklarını” ifade etmiştir.

Ticaret ve işbirliği anlaşmalarıyla bir ülkeye müdahil olan emperyalist devletler;

a) Küresel şirketlere direnecek ekonomik yapıyı özelleştirmeler ile denetim altında tutarak,

b) Borç vererek ekonomiyi kıskaca alarak,

c) Aydınlar ve kamu çalışanlarından kadrolar devşirip kendi çıkarları için kullanarak,

d) En gerici unsurlarla, örneğin Türkiye’de feodal yapının kalıntıları ile tarikat vb yapılar üzerinden siyaseti yönlendirerek,

e) NATO vb katılımlar üzerinden, ordu içinde çalışarak ve darbeler yaptırarak,

f) Parti, sendika ve derneklerden devşirme kadrolarla kendi egemenliklerini sürdürürler.

Ekonomik kıskaç karşısında kendilerine sorun yaratan ülkelerde darbeler yaptırmak en sık kullandıkları yöntemdir. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra “Bizim çocuklar kazandı…” diyen ABD’dir. 1950’li yıllarda “Oltadaki balığa yem verilmez…” diyerek Türkiye’yi yorumlayan ise küresel sermayenin önde gelen ismi Rockefeller’dir.

Fullbright Anlaşması’yla  (27 Aralık 1949) Türkiye’nin eğitim politikaları ABD’nin dümen suyuna bırakılmış, milli özelliği lafta kalmıştır. Bu hamle, her gün birisinin kahvesine bir damla arsenik atarak zehirlemekten başka bir şey değildir. "Milli" sözcüğü sadece lafta kalmış bu eğitim programı ile  emperyalizm,  kadro devşirmesinin de arka bahçesinde bol bereketli(!) hasadın sahibi olmuştur. Kimi dindar, kimi çağdaş görünümlü kadrolar milli değer yargılarını yitirdikten sonra bilerek veya bilmeyerek emperyalizmin arabasını çekeceklerdir.

Özetlersek Cihat İren ve Ekrem Alican’ın yanı sıra Selim Sarper de ABD’nin 27 Mayıs 1960 sonrası kurulan geçici hükümet içindeki en güvenilir, has adamlarıdır. ABD yöneticileri MBK’ni irdelemekte, mevcut yapıyı, subayların gücünü ve eğilimlerini iyice anlamaya çalışmakta, MBK ve hükümet üzerinde tam bir egemenlik kurmanın yollarını aramışlardır. O yolları bulmadıklarını söylemek ise mümkün değildir.

27 Mayıs Mahkemeleri ve ABD’nin Hassasiyeti…

27 Mayıs ve mahkeme sürecini ne zaman düşünsem, neden ABD ile yapılan ikili anlaşmaların iddianamede yer almadığını hep merak etmişimdir. 27 Mayıs sürecini incelerken, ABD’nin duruma önceden vaziyet edemediğini, sonradan duruma müdahil olduğunu söylemişimdir. İşte bu yorumun somut kanıtlarını Yılmaz Dikbaş hem de ABD gizli belgeleri aracılığıyla tarihe armağan etmektedir.

27 Mayıs 1960 sonrası Demokrat Parti iktidarının tüm ileri gelenleri tutuklanmış ve yargılanmak üzere Yassıada’ya götürülmüştür. ABD, Ankara Büyükelçiliğinden devrik iktidarın yetkililerinin ne olacağı hakkında bilgi istemiştir.

ABD Büyükelçisi Flercher Warren bu konuyu Dışişleri Bakanı Selim Sarper ile görüşmüş, öğrendiklerini 20 Temmuz 1960 tarihli telgrafla Washington’a bildirmiştir. Ancak Washington yapılacak duruşmalardan hâlâ kaygılıdır.

21 Eylül 1960 tarihinde ABD yetkilileri New York’ta bulunan Selim Sarper’e kaygılarının nedenini şöyle açıklamışlardır.

“Bundan önceki yönetim (Adnan Menderes Hükümeti) yapmış olduğumuz anlaşmaların (İkili Anlaşmalar kastediliyor G.E.) duruşmalarda, Türkiye’nin çıkarlarına ters eylemlerin bir parçası olarak algılanmasından ve o anlaşmaların Türkiye ile birlikteliğimizin üzerine gölge düşürecek biçimde yayınlanmasından kaygılıyız.”

(SÜRECEK)