Doyumsuz, duygusuz ve sorumsuz bir nesille karşı karşıyayız.

Hiç kimse darılıp, gücenmesin; bu nesli; eğitimsiz ebeveynlerimiz ve en acısı eğitimsiz öğretmenlerimiz yarattı.

Bu nesil, aile içinde ve okullarında eğitim değil; sadece “ÖĞRETİM” görüyor…

Oysa “EĞİTİM” çok daha farklı bir şey.

Eğitimsiz öğretim; insanoğluna, geleceği düşündürmez; günübirlik yaşatır insanı.

* * *

1950 ve öncesi yıllarının çocukları olan bizler, (günümüzle kıyaslanırsa) yokluk içinde büyüdük.

Bizim hiç paralı oyuncağımız, cicili bicili çantalarımız, defterlerimiz, kalemlerimiz olmadı.

Biz kendi oyuncaklarımızı; bizzat kendimiz, tahtadan, telden, çamurdan yaptık,

Dört, beş bayramda bir alınan ya da alınacak olan ayakkabılar, rüyalarımızı süslerdi.

O ayakkabı alındığı zaman da; giymeye kıyamaz, günlerce o ayakkabıya sarılarak uyurduk.

Şunu demek, sözü şuraya getirmek istiyorum; bizler bize alınan ya da alınmayan her bir şeyin değerini iyi bildik ve iyi bilirdik.

* * *

Bizim çocuklarımız, torunlarımız, bizim yaşadığımız ekonomik ortamlara göre çok daha rahat büyüyüp, büyütüldükleri için “değer kıymet bilmeyen bir nesil” olarak, yetişti ve yetişiyor.

Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında…

Bir dedikleri, iki olmuyor.

Böyle yetişen ve yetiştirilen bir nesilden hayır gelir mi?

Nitekim de (genelde) gelmiyor.

… …

Üç torunum var; üçünün de odalarının dört bir yanı oyuncak dolu.

Geçenlerde, Alanya’daki torunumun odasına girdim. Oda silme oyuncak dolu. Kıymetini bilse bari, kıymetini de bilmiyor. Sağda solda kırılmış, parçalanmış oyuncaklar.

Sinirlendim.

“Ne bu, dağ taş oyuncak. Her istediğini alırsanız; bu çocukta doyum duygusu, kadir kıymet bilme duygusu gelişir mi? Kim alıyor bunca oyuncağı?” diye serteleşecek oldum; kızımın anlamlı bakışıyla sustum, çünkü o oyuncakların büyük bölümünü ben almıştım.

* * *

Günümüz nesli ne yazık ki böyle yetişiyor; daha doğrusu biz böyle yetiştiriyoruz.

Çocuklarımızın, torunlarımızın her istediğini karşılamayı, her isteklerine “evet” demeyi marifet sanıyoruz.

Bunlardan biri de benim.

Benim torunlarım, “dedem” dedikleri an yüreğimin yağı eriyor. Kendime ve cüzdanıma sahip olamıyorum.

… …

Her türlü isteği karşılanmış, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmemiş, gidip bakkaldan iki ekmek almamış bir nesil yetişti ve yetişiyor.

Ve biz hâlâ aymıyoruz.

Hepimizi esir alan teknoloji, çocuklarımızı, torunlarımızı da esir aldı. Çoluğumuzla çocuğumuzla, torunlarımızla hep birlikte robot haline geldik.

Aklı batasıca(!) akıllı telefonların esir aldığı robotlaşmış bir nesilden, bu topluma hayır mı gelir!

Nitekim de gelmiyor.

Hayatımıza teknolojinin girmesi ile sosyal hayattan hızla kopup, yaşamın gerçeklerinden uzaklaşırken, yalnızlığa itildik.

Bizler akıllı evlerde otururken, komşularımızın varlığını unuttuk.

Selamı, acıyı, sevinci, yardımı, yardımlaşmayı anımsayamaz olduk.

* * *

Ekli resme bakar mısınız?

Ayakkabısı olmayan, sözlüye kalkmış bir öğrenci. Hem sobada ayaklarını ısıtıyor, hem öğretmeninin sorularını yanıtlıyor.

Resmi görünce içim parçalandı, yüreğim kanadı.

Elimden gelse bu fotoğrafı, büyütür, çerçeveletir; tüm okulların girişine asardım. Özellikle de özel okulların girişine…

Biz o sobalı sınıflardan geliyoruz. Ama bizler de çabuk unuttuk o yılları.

Bu ülkede hâlâ 1930’lu yılların koşullarında eğitim gören çocuklarımız var.

* * *

Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Kurucu Başkanı

Öğretmen Erdal Atıcı yazmış; diyor ki;

“… Annelerimiz silgilerimiz kaybolmasın diye boyunlarımıza asardı. Bizler boyunlarında silgi ipi izi taşıyan, daha ucuz diye sarı saman kâğıdı defterlere yazan çizen kuşağız...

Bizim için her şey çok pahalıydı ve her uzandığımızda alamazdık... Babalarımızın annelerimizin sınırları vardı. O sınırları bilir, boynumuzu bükerdik.

Yerli malı haftalarında evde bulduğumuz her şeyi okulumuza götürüp, paylaşan bir kuşaktık biz...

Bu paylaşımcılık hayatımızın her dönemine yansıdı. O nedenle eşitlik fikrine inandık. Haksızlığa karşı olduk...”

* * *

Biz kaybedecek hiç bir şeyi olmayan kuşaktık, korkusuzluğumuzun kaynağı da buradan gelmekteydi...

Kendisini eğitime, ülkesine adamış öğretmenlerimiz vardı bizim. Müfredatı, yaşam olan, yokluktan varlık yaratan, paraya pula, eve arabaya tamah etmeyen öğretmenlerimiz...

Atatürk'ün öğretmenleriydi onlar.

Atatürk’ün, Atatürk zihniyetinin neferleriydiler.

Sokakta görsek on beş metreden ceketlerimizi düğmeler saygı duruşuna geçerdik...

Günümüzde ne öğretmen öğrenci ilişkisi böyle; ne ebeveyn çocuk ilişkisi.

Eğitimin her türünden yoksun büyüyor ve büyütülüyor çocuklarımız.

Doyumsuz, duygusuz, sorumsuz ve eğitimsiz bir nesil yetiştirilip(!), salıveriliyor ortalığa…