Çevremizi kirletip, çevremizden; denizlerimizi kirletip denizlerimizden olduğumuz gibi; dilimizi kirletip, dilimizden de olmak üzereyiz...

Kaldı ki dil kirliliği; çevre kirliliğine, deniz, göl, nehir kirliliğine de benzemez...

Kirlenen çevrenizi, denizlerinizi, göllerinizi, nehirlerinizi; inanır ve azmederseniz, güçlü bir akçasal destekle, beş, bilemediniz on yıllık bir zaman süreci içinde temizleyip, kurtarabilirsiniz.

Oysa dil, bir kez kirlenmeye başladı mı, gayrı onu temizlemek, kurtarmak kolay değildir.

Çünkü kirletilen dil; salt kirlilikle kalmaz, pek çok toplumsal hastalıkları da beraberinde getirir.

Getirir de ne olur?

Toplumun kültürel bağları zedelenir.

İnsanlarla iletişim kurmakta zorlanırsınız.

Eğitim, öğrenim sistemi sarsılır.

Genel kültür düzeyinde büyük bir düşüş yaşanır.

Ulusallık, birlik, bütünlük, dirlik yitirilir.

Vatan toprağına, “saksı toprağı” gözüyle bakılmaya başlanır.

Yabancı hayranlığı başlar. Bu hayranlık, giderek yalakalık boyutlarına ulaşır. Bunun sonu da (sıcak ya da soğuk savaşlarla) ülkemizi işgal etmeye çalışanları, (Irak örneğinde olduğu gibi) alkışla karşılamaya kadar gider.

Nitekim bu olumsuzlukların hemen hepsi, şu an (örtülü olarak) yaşanıyor.

* * *

Dilimiz küçülüyor ve kısırlaşıyor.

dilimiz”, içler acısı bir hal alıyor.

Gençlerimiz sözcükler yerine, anlamsız sesler çıkarmayı yeğliyor. “Hoop, uaah, vaavv, abuuu, şişşşt!” gibi garip sesler, güzelim Türkçemizi kirletiyor.

Gençlerimizin Türkçesi, aynı sözcükler içinde dönüp dolaşıyor...

Ama bu suç onların değil. Gecesini gündüzünü televizyon başında geçiren bir halkın çocukları olarak, ancak sınırlı sayıda sözcüğü ve de bu ilkel sesleri duyarak büyüyor onlar.

Dünyayı, ancak bu dilin sınırları kadar kavrayabiliyorlar.

* * *

“By by”lı ayrılıkları, “mersi”li, “okey”li, “vaaav”lı buluşmaları; kimseler yadırgamıyor artık.

İster buyruk, ister dilek olsun, yanıt bekleyen her tür sözü, “oldu” ile karşılar olduk.

“Duş yapmaya, çay almaya” alıştıktan sonra, doğallıkla “çorba yemeye, fasulye soymaya” da başladık.

Tek bir sözcük İngilizce bilmeyen genç yaşlı, okumuş, okumamış, kadın-erkek, herkes giyimevlerinde; giysinin “middle” ını bırakıp “small”unu deniyor, “large”ını soruyor. Olmadı “X large”nı alıyor.

Hanımefendiler(!) kullandıkları ip dona, ip don demiyor, g-string diyor. İp don demek, hazretlere banal geliyor.

Türkçe adı içeren tüketim malları, insanlarımızı tatmin etmiyor artık. Üzerinde mutlak “gavurca/vıttırı vızıkça” yazanını arıyor, buluyor, onu yeğliyor.

“Süpermarket”lerde, “hipermarket”lerde; “matik”li “deterjan”lar arıyor.

Yiyeceklerimiz “light”laşıyor, “çiz” leniyor, “burger”leşiyor.

Tatil yörelerimizdeki işletmelerin adları, “burası Türk toprakları değil mi?...” dedirtecek düzeye geldi.

Bir zamanlar Cumhurbaşkanlarımızın yaşadığı Çankaya Köşkü’nün tam karşısındaki ışıklı panoda bile, artık “My dreams Mydanose...” yazıyor.

Yerel radyoların “DJ” leri sabah yayınlarını, kıçlarını yırtar gibi, “hello Türkiyeeeee!...” diye bağırarak açıyor.

Ülkemizde ve dünyada olup bitenleri; Star TV’den, Show TV’den, Prima TV’den, Number One TV’den izliyor; Mari Clair, Vizyon, Klips, Aktüel Dergilerinden okuyoruz.

Demirören Grubu’nun yayımladığı 22 dergiden 16’sının; Sabah Grubu’nun yayımladığı 26 dergiden 9’unun adı Anglomanlıca ya da vıttırı vızıkça...

Devlet büyüklerimiz, haberci ordusunu, “no comment!” la durdurup, susturuyor. IMF ile yeni bir “Stand-by” yapıldığının muştusunu veriyor.

Cumhurbaşkanımızın ve başbakanımızın özel uçaklarının üzerinde “Republic of Turkey” yazıyor.

… ...

(Daha fazla devam edemeyeceğim, inanın yüreğim kaldırmıyor...)

* * *

Sözün özü, dilimiz kirleniyor dostlar...

Kendimiz kirleniyoruz. İnsanlarımız kirleniyor. Gülünç oluyoruz.

Gülünçlükler içinde yaşıyoruz.

Birey olarak da toplum olarak da gözümüz, kuşlar gibi buğday tanesinde, bu nedenle ayağımız (oldum olası) tuzaktan kurtulmuyor.

Ulusal değerlerimiz bir bir yok oluyor...

olmayan) kültürümüz giderek zayıflıyor...

Kültürümüz zayıfladıkça dilimiz de güdükleşiyor ve kısırlaşıyor.

Günümüzde günlük yaşamın bütün değerlerini kavrayan ve sorunlara aydın yaklaşan donanımlı bir siyasetçinin, 1000 kelimeyle konuştuğu söyleniyor.

Orta eğitimli bir Anadolu delikanlısı 240 kelimeyle konuşuyormuş. Güneydoğu beldelerimizle bu sayının 150'ye düştüğü söyleniyor.

Meydanlardaki Türk siyaseti, 500 kelimeye sığdırılmış durumda.

Rakamların ortaya çıkardığı zavallılığı görebiliyor musunuz?...

* * *

Fotoğrafı netleştirmek için, rakamları başka bir alana kaydırmak istiyorum.

Ahmet Hamdi Tanpınar 18 bin sözcük, Yahya Kemal Beyatlı 17 bin sözcükle konuşurmuş. Dağarcıklarının varsıllığını, günümüz insanıyla farklarını düşünebiliyor musunuz?...

Ya Victor Hugo?

Victor Hugo kitaplarında 40 bin değişik sözcük kullanmış. Kültürü görüyor musunuz?...

Gençlerimiz, koca bir yaşamını 250 – 500 sözcükle geçiştiriyor.

Bu noktadan sonra söylenecek başka bir şey var mı, bilmiyorum!...

Her geçen gün biraz daha batıyoruz...

Düşünmeye çoğu zaman üşenen, okumayı sevmeyen, dolayısıyla geleceği de okuyamayan/göremeyen, yazgıcı (kaderci) kişilerin çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda; düşünce, kültür, iletişim etkinlikleri dibe vurmuşken; “Ses Bayrağımız Türkçe’nin ayaklar altında paspas yapılması” kimin ya da kaç kişinin umurunda?

Hiç kimsenin!...

Mersin’de, üç beş sapık, üç beş kışkırtıcı (provokatör), bir iki çocuğu kullanarak, bayrağımızı yırtmaya/yaktırmaya kalktı diye Türkiye yerinden oynadı. Ve birileri hâlâ, bu elim olayı, kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, Türkiye’yi yerinden oynatmaya devam ediyor.

Oysa Ses Bayrağımız Türkçe, yıllardır (hatta asırlardır) alttan, üstten, içten, dıştan oyulup, un ufak ediliyor...

Kimin umurunda?

Hiç kimsenin!

Gerekçeleri ne olursa olsun, Ses Bayrağımız Türkçe’yi bu hale getirenlere, ulusalcı geçinip, “dil gümrüğü” kavramını hiçe sayanlara, turizmcilik oynuyoruz diye kentin tüm tabelalarını “vıttırı vızıkça” adlarla dolduranlara/doldurtanlara, görevi olduğu halde bu duruma müdahale etmeyenlere, yazıklar olsun!...