Annem anlatır; “O sene öküzcü bizden tarla sürme parası almadıydı” diye. “Hacı Recep Dayı’nın gelininden para almam ben, iyiliğini gördüm rahmetlinin” dediğini.

Işık yüzlü bir adamdı dedem; ak tenli, ak sakallı, ak takkeli, gülünce gözlerinin içi gülen bir ihtiyara dönmüştü benim gençliğimde.

Birinci savaş yıllarında, büyük ağabeyi ve babası Çanakkale Cephesinde savaşırken, adı gibi viran bir köyde, yoksul bir Anadolu ailesinin yedinci çocuğu olarak doğmuştu. Babasını hiç göremeden, Hasan Ağa’nın davarını güderek beş-altı yaşlarında atılmıştı o da hayat savaşına. Askerlik dönüşü Ankara’da demiryolu işçiliği etmiş, Atatürk öldüğünde siren seslerini Gar Binasının karşısındaki paraşüt kulesinden dinlemişti. Ondan sevgiyle bahsetti hep.

1943 büyük depreminde, Çankırı Tren İstasyonu’ndan köyüne kadar üç günde gelmiş yürüyerek. Rahmetli babaannemi, yıkıntıların altından üçüncü günde çıkardığını anlatırdı.

Kaymakamlıkta, hastanede müstahdemlikle, tarlalarda yarı zamanlı rençberlikle geçirdi bir ömrü. Nöbet bitimlerinde elinde bir iğne kutusuyla gezerdi sürekli. Tüm kasabanın iğnecisiydi. Kutudan çıkardığı bir karış büyüklüğündeki üzerinde numaralar yazılı cam tüpün ucuna takacağı iğneyi teneke kutuda kaynatır, tatlı diliyle sakinleştirdiği hastalara şifa dağıtırdı. Para pulla işi olmazdı pek. Para almak için gitmezdi pansuman ya da iğne yapmaya. Toplumsal bir zorunluluk, bir imece gibi görürdü bu işleri. Hatta kiminin çatısını aktarır kiminin cevizlerini silkelerdi.

Savaş sonrası insanlarının ihtiyatlılığı, tasarrufçuluğu iliklerine kadar işlemişti. Meyvenin önce yere düşenini yerdi. Pazardan karpuzun en ucuzunu getirirdi de Babaannem’den fırça yerdi sürekli. Ama yine de bildiğini yapmaya devam etmekten vazgeçmedi. Buna karşın evinden bolluk, bereket eksik olmazdı.

Bizim tarlayı süren öküzcüye de böyle bir iyilik etmiş vaktinde rahmetli. Ölümünden yıllar sonra öküzcü anlatınca öğrendik biz de. Adamın hasta çocuğunu 120 kilometre uzaktaki Çorum hastanesine sevk etmiş doktor. Ambulans yok, para yok. Öküzcünün sorununu kendince çözmüş. Karşılığını da istememiş. Yıllar sonra öküzcü, öteki dünyadaki dedeme borcunu böylece ödemiş olmanın mutluluğunu yaşamış.

Nasıl da şefkatli bir babaydı bize karşı. Okula bile gitmezken elimden tutup hastaneye götürür, yolda Sübhaneke duası ezberletir, o zamanlar bana çok lezzetli gelen hastane yemeklerinden ısmarlardı. Kur’an okumamızı ister ama baskı yapmazdı. Onun şefkatiyle azarcı hocalara katlanıp, her yıl hatim indirirdik. Kur’an tercümesi bile aldırmıştık.

Sonradan, eve içkili gelmelerime bile sessizce katlanmıştı. Köyünde yalnız yaşayan annesine, her gün dört saat yol yürüyerek pansumana gidip gelmeleri anlatılır hala. Çocuk bile istese yerinden kalkıp su vermekten yüksünmeyen dedem, temiz, sade bir Müslümandı. Üç beş kuruş parası olursa, faiz haram diye bankaya yatırmaktan kaçınıp, dindar esnafa borç verdiğini düşünürdük. Çocukluğundan itibaren namazını kıldı. Yaşlılığında, geceleri de tek başına ibadet eder, gündüz namazlarını kılmaya gittiği camide uyuyakalırdı.

Her ne kadar tam uyamasak da, bize iyi insan olma, başkalarının derdini dertlenme gibi iyi ahlak ilkeleri bırakıp giden dedemi yazmak geldi içimden, bu babalar gününde.

Onun sözleriyle “nur gölünde yatsın”.