“Kuşku kapısı kapandığında başlar çürüme”
Bazen, hiç beklenmedik bir anda elimizden tutup karanlığın içine götürür zaman… Bazıları kolayca geçip karanlığı, ışığa ulaşır…
Uzun sürer bazılarının karanlıkla cebelleşmesi…
Gönül kapısını kilitleyip anıların üstüne, karanlığa yürürsün…
Sonuçları düşünülemeyen, hesapsız, kitapsız yollar çeker insanı… Tükürdüğü kuyulardan sular içer insan. Dibini görmediği sulara girer, boğulmayı umursamadan… Bıkar tekdüzeliğinden yaşamın, düzenli hayattan vazgeçer. Ama vazgeçişler bozulmayı bırakır ardında.
Kapısına kilit vurulan evlerde hızla başlar çürüme. Önce tozlar örter üstünü eşyaların, sonra gövdenin merkezine sinsi bir sızma başlar. Yabani otlar kaplar yürünmeyen yolları. Pas tutar çalışmayan makineler… Selamı kestiğin dostlarla biriktirdiğin anılar silinir ağır ağır. Bıraktığın gibi kalacağını düşünürsün eşyaların ve canlıların oysa hayat ölüm üzerinden kurgulanmıştır.
Sıkmadığın el soğumuştur, ölgünleşmiştir okşamadığın saç ve sevgiyle bakmadığın gözlerin feri kaçmıştır. Sevgi sözcükleri söylemeyen dil, söylenmeyen kulaklar pas tutmuştur…
Zaman elimizden tutup, yaşamın içine götürür bizi. Yaşamın farklı hallerini gösterir. Karmaşık, çözülemeyen, muammalarla dolu yaşamın…
Yaşamamız gerekliymiş yaşamın içinde olan her anı. Acıtsa da, bunaltsa da yaşama dairmiş tüm bunlar.
Rahata ve kolaya çok çabuk alışır insan. Beynimizi zorlayarak düşünmekten daha kolaydır gözlerimizle ve duygularımızla düşünmek, olup biteni.
“Sen düşünme” der, yönlendirme araçlarını ellerinde bulunduranlar, beyazcamdan, gazete sayfalarından parmaklarını sallayarak:
“Bizi izle, senin yerine biz düşünüyoruz, yorma o güzel beynini derin düşüncelerle…
Onlar belirlerler, dostu, düşmanı, kahramanı, korkağı, iyiyi, kötüyü… Onların doğruları bizim de doğrularımız olur. Düşmanları düşmanımız, dostları dostumuz…
Onlar, bencil çıkarlarını tüm toplumun çıkarınaymış gibi göstermeyi çok iyi becerirler…
Birileri gazete köşelerinden ahkam keser her konuda. Birileri düşman ilan edilip yerin dibine batırılır. Kahramanlar yaratılır eften püften, yalancı kahramanlar… Her gün, her an gözümüze soka soka, başımıza vura vura öğretirler dostu, düşmanı…
Düşman, onların varlıklarını ve kurdukları tezgahlarını tehdit ettiği, tekerlerine çomak soktuğu ve üstüne kurdukları cenneti ortadan kaldırmayı hedeflediği için düşmandır.
Düşman ilan edilenler sadece istatistiki rakamlardır haber bültenlerinde. Onların da her insan gibi bir ana, bir babadan dünyaya geldikleri, onların da güldükleri, ağladıkları, üzüldükleri, sevindikleri, hayal kurdukları, sevdikleri, nefret ettikleri, özledikleri, öldüklerinde yaslarını tutan birilerinin olduğundan hiç söz edilmez. Ama dost ilan edilenlerin, öldüklerinde arkalarından yasını tutan sevenleri ve yürek burkan hikayeleri vardır her zaman. Düşman ilan edilenlerin ölümü göze aldıkları bir kavganın gerekçeleri üzerinde kafa yorulmasına izin verilmez. Ortadan kaldırılması, hatta ölüsüne bile işkence edilmesi alkışlarla ve takdirle karşılanır. Sonra nutuklar atılır;
“Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü!” diye…
Düşmanlar insan değildir artık. Sadece istatistiklerde yer alan birer rakamdırlar… Anne, babaları, kardeşleri, sevgilileri, duyguları yoktur artık. Görüldüğü yerde en acımasız şekilde öldürülmesi gereken, tüm insanlık dışı muameleyi hak eden, başka bir gezegenden dünyamıza gelmiş yaratıklardır sadece…
Düşünme özürlü çoğunluğun oluşturduğu toplumları kandırmak, yönlendirmek, çocukluktan başlayarak eğitilen, yoğrulan duygularını kullanarak sömürmek çocuk oyuncağıdır. Objektif olmaktan uzak düşüncedeki çoğunluk, kendisi gibi düşünmeyen ya da olayları akıl gözüyle irdelemeye çalışan azınlığa da düşmandır. Toplumu yönlendirme araçlarına (Görsel ve yazılı medya) sahip olanların bu gücü kendi çıkarları için kullanabileceklerini akıllarının ucundan bile geçirmezler. Resmi ideolojiye dönüştürülen görüşlerin aksindeki düşünce ve davranış biçimleri toplumun baskısı ve ceza tehditleriyle bertaraf edilir.
Onların bencil çıkarlarıyla, düşünme ve sorgulama özürlü sürünün saflığı aynı noktada buluşarak düşünen, kuşku duyan azınlık üzerinde korkunç bir baskı oluşturulur.
Kuşkunun ve sorgulamanın yasaklandığı yerde toplumsal çürüme başlamış ve insan olmanın erdemleri de geçerliliğini yitirmiş demektir.
Kuşku, inançlar üzerinden nemalananların en büyük korkusudur. İnançların sorgulanması bu yüzden yasaklanmıştır. Kuşkunun olmadığı yerde kandırılmaya hazır bir köle ordusu vardır.
Düşünsel çürüme, boyun eğmenin, kayıtsız şartsız kabullenmenin filizlendiği ayrık tarlasıdır…
Düşünmemek, araştırmamak, bilmemek, çoğunluğun rağbet ettiği fikirlerden oluşturulan sürüye katılıp;
“Eğer çoğunluk böyle düşünüyorsa, doğru taraftayım” demenin muhteşem rahatlığını yaşamaktır…
Artık başkalarının fikirlerinin ardından sürüklenmekten, onların düşüncelerini kendi doğruları kabul etmekten başka seçeneği kalmaz insanın. Söylenen her şey doğru gelir, önermelerin ve salık verilen fikirlerin birilerinin bencil amaçlarına ulaşmak için uydurulmuş olabileceği ihtimali aklın ucundan bile geçirilmez. Yıllardır çalışmamış bir makine gibi paslanır beyin. Yitirirsin kendini başkalarının düşünceleri içinde. Çünkü var olmak, kendine özgü bir fikrin varsa mümkündür. Yoksa eğer, başkalarının düşünce hamuruna karışmış bir tutam undan başka bir şey değilsindir…
Ararsın kendini geçmişin derinliklerinde. Görürsün ki; başkalarının fikirlerine karışmış, onların düşünceleriyle oluşmuş, onların ustaca becerdiği, toplum adına yapıyormuş gibi gösterip, kendi bencil çıkarları için kullanılan sürünün silik bir elemanısın… Görürsün ki; sen değil, sadece bir sürü vardır ortada…
Eşyaları değiştirirsin, makineleri de yenilersin, eskisi gibi yerine getirirler işlevlerini ama beyin kuşkuyu unutursa, tembelliğe alışırsa ve çürümeye başlarsa geri dönüş çok güçtür. Bu nedenle kuşkuları hep tetikte tutmak, her önermeyi kuşkuların terazisine koyup tartmak gerekir. Kabullenmenin tehlikeli sakıncalarına karşı durabilmenin tek yolu budur. Yoksa kurnaz birilerinin çıkarlarına hizmet eden bir araç olmaktan kurtulamaz insan…