Hep konuşulur, tartışılır, “padişah mı mutlu, yoksa hizmetkârı mı” diye. Yine buna benzer bir başka tartışma konusu da, “Ağa mı mutlu yoksa onun çobanı mı daha mutlu” şeklindedir.
Bugüne kadar yapılan araştırmalar, çeşitli yazar ve düşünürlerin ortak görüşleri hizmetkâr ve çobanın daha mutlu olduğu yönündedir. (Çoban mutlu! Gündüz gül açardı yaylalar da, gece bülbül öterdi çobanın bahçesinde)
Bizce bunun böyle olmasındaki en önemli sebep bu insanların büyük hayallerinin olmamasıdır. Ve bu insanların sorumlulukları olabildiğince azdır.
İnanç tam, kadere rıza da kafaya iyice yerleştirilmişse tabi ki mutluluk kaçınılmaz oluyor.
Çok mutlu görünen insanlar da aslında mutsuzluğun sızılarını yaşarlar. Dışardan çok mutlu görünen bir insan, bir gün bu yaşantısının elinden gidebileceği korkusuyla yaşar ve bu düşünce yüreğini sızlatır ara, ara.
Bu durumlar biraz da oturduğun mevki ve var olan parayı hazmetmeyle ilgili olmakla birlikte aynı zamanda inanca da bağlı bir durumdur.
Malı kendisinin sananların mutsuzluğu kaçınılmazdır. Ama malın mülkün Allah’ın olduğunu ve bu malın başında kendisinin nöbetçi olduğunu bilenlerin bu çeşit mutsuzlukları daha azdır. Bu bilince ulaşmış insanlar ne büyüklenir, ne havaya girer, ne de ellerinde mallarını israf ederler. Nizami ölçüler içinde mallarının sefasını sürer, şükrünü eda ederler. Fakir fukarayı gözetir bundan da ayrıca mutluluk çıkartarak ilave bir mutluluk kaynağına erişirler. Böylece maddi zenginliklerinin yanında bir de gönül zenginliğine kavuşurlar.
Zenginlik ve mutluluk üzerine bu güne kadar duyup, okuduklarımdan aklımda kalanlarından bir kaçını buradan sizinle paylaşmak istiyorum.
Bir gün bir padişah zamanın evliyalarından birini huzuruna çağırtır. Hazinelerini, paralarını, altınlarını gösterir ve “söyle bakalım, benim servetim senin servetinin kaç bin katı eder?”der.
Evliya da, “efendim bu sorunuzun cevabını şimdi veremem, bana yarına kadar müsaade ederseniz, yarın cevabımı vereyim” diyerek huzurdan ayrılır.
Evliya padişahın huzurundan çıktıktan sonra çarşıyı dolaşır, çeşitli kefenlerin fiyatlarını sorar, öğrenir. En pahalısıyla en ucuzu arasında o günün fiyatıyla 15 kuruş fark olduğunu görür. Ertesi gün olunca padişahın huzuruna tekrar çıkar.
Padişah, “nasıl, hesapladın mı, ne kadarmış?” der Evliya, “hesapladım sultanım, senin servetin benim servetimden 15 kuruş daha fazlaymış” diye cevap verir.
Bu cevap üzerine padişah sinirlenir, küplere biner, bağırıp çağırır, “bu nice bir hesaptır?” diye çıkışır.
Evliya, “evet efendim bu ince bir hesaptır. Yanınızdan ayrıldıktan sonra kefen fiyatlarını sordum, en ucuzuyla en pahalısı arasında 15 kuruş fark varmış” der.
Yine padişahın biri mağrurlanıp durur, durmadan servetiyle övünürmüş. Yüce Mevla onu hizaya getirecek ya. Bir gün, bu övünmeyi seven padişahın adamlarıyla birlikte bir yere gitmesi gerekmiş. Padişah ve beraberindekiler bir süre gittikten sonra yollarını şaşırmışlar. Bir çölün ortasında kalakalmışlar. Aç, bilhassa da susuz bir halde peri perişan durumdalarmış. Tam bu esnada Hızır Aleyhisselam, aldığı emir üzere yanlarında hâsıl olmuş. Sırtında kocaman bir Kırba (çölde su konan kap) ve elindeki kalaylı su kabıyla padişahın yanına gelmiş.
Padişahın dili, damağı kurumuş, dudakları yarılmıştır susuzluktan. “Bir tas su” der. Bir tas, bir tas daha derken, padişah kanar suya.
Hızır Aleyhisselam geriye dönerken padişaha yolu tarif eder ve arkasından seslenir, “Senin servetin iki tas su! Çünkü ben istesem o an bütün servetini verecektin değil mi?” der.
Yine bir hikâye: Vaktin zamanında bir mahallede zengin bir ağa varmış. Ama zenginliğinin gereklerini tamı tamına yerine getiriyor, İslam’ı da hakkıyla yaşıyormuş. Gösterişten uzakta, takva içinde bir yaşam sürüyormuş.
Bu ağayla aynı mahallede bir de Şeyh Efendi varmış. Birbirlerini uzaktan tanırlarmış. Bir gün, bu şeyh efendiye, mahallesindeki o ağanın evliya olduğu malum olmuş.
Tabi Şeyh Efendi merak ediyormuş, bir tarafta bunca mal, mülk, bir tarafta evliyalık. Gidip ağayla konuşmaya karar veriyor. Ağa, şeyh efendiyi içeriye buyur ediyor. Hoş beş, hizmet, ikramdan sonra sohbet biraz ilerleyince, şeyh efendi soruyor, “ağa bu hale nasıl eriştin?”
Bu esnada Ağanın gözü şeyhin elindeki çok güzel ve değerli bastona takılıyor. Şeyh efendi değerli, güzel bastonunu elinden hiç bırakmıyormuş, Ağa Şeyh efendiye dönmüş ve “efendim ben malıma mülküme sizin şu bastona vermiş olduğunuz değer kadar değer vermem, işin özü bu olsa gerektir. Mülk Allah’ındır, biz böyle inanır, böyle yaşarız.” der.
Tabi bu ibret alınası öyküleri burada anlatırken, bir hırka, bir lokma ekmek, her şeyi Mevla’ya havale edip, yan gelip yatalım ya da tembel olalım demiyoruz.
Çalışacaksın, çok çalışacaksın. Erkek, kadın, kız, genç, yaşlı hep çalışmalı. İslam da böyle istiyor. Dünya ile ahiretini birlikte yürütenlere ne mutlu. İslam, zengin olmaya, yönetmeye, kendine bir hedef koyup ona ulaşmaya çabalamalı ve daha çok insana iş, aş vermeye gayret göstermeli diyor. Ama bunları isterken de aç gözlü olunmamalı.
İslam, bu günü, yarına benzememeli, diyor. İlime verdiği önemle insanlara bilgi sahibi olun, teknolojik buluşlarla bilime, insanlığa hizmet edin diyor. (Geçmişte nice İslam bilginleri yetişmiştir. İbni Sina v.b.)
İslamda cehalet ve bilgisizlik yüz karasıdır ve hiç hoş görülmez. İslam bilgiyi emrediyor. “De ki; hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” (Zümer Suresi, 9) diyor İslam.
Bunları bilerek, anlayarak bir yaşam sürmek ne güzel olmalı.
Verilen kıssalardan önce benim, sonra da okuyucularımın kendilerine bir şeyler çıkarması dileğiyle.
Saygı ve sevgilerimle.