İftarın sesli duyurusu şerefede okunan ezan ile Ramazan topunun patlamasıdır. Işıklı iftar duyurusu ise şerefelerde yanan kandillerdir. Aksaray’daki evimiz Pertevniyal Lisesi’nin arka sokağındaydı. Evin penceresinden sokağın girişindeki Pertevniyal Camii’nin minareleri görünürdü. İftar yaklaşırken Kuran okuyan babaannem, ihtimal onu rahatsız etmemem için bana kandillerin yandığını haber etmemi söylerdi.

Bu arada iftar sofrası annem tarafından özenle hazırlanırdı. Kandillerin yanmasını pencerede beklediğim bir iftar öncesi kedimiz Mestan’ı sofradaki revaniyi yerken yakaladım. O güzelim revani Mestan yüzünden çöpe gitti. Mestan ilginç bir kediydi. Zeytin yer çekirdeklerini çıkarırdı. Alt katta oturan amcamların elbise dolabı ise Mestan’ın doğumeviydi. Her yıl o elbise dolabında yavrulardı.

Kış Ramazanlarında lodos fırtınası çıktığında Kadıköy’de oturan akrabalarımız bize iftara ve gece yatısına gelirlerdi. Kuran okumasını bitiren babaannem pencere kenarında tespih çekerken anneme seslenirdi, “Türkan, sofraya iki tabak daha koy… Reşat ile Şadi geliyorlar.”

O dönemde İstanbul’da şiddetli lodos demek vapur seferlerinin iptal edilmesi demekti. İşleri Karaköy civarında olan Reşat amca ile Şadi ağabey mecburen bize gelirlerdi.

Bu lodos konukları gelirken tatlı getirirler miydi, hatırlamıyorum. Ama Koska’nın helvası sadece Ramazan sofralarının değil balık alınmışsa yemeği taçlandıran bir lezzetti. Koska helvaları günümüzde Hacı Bekir’in lokum ve şekerleri ile birlikte “markalaşabilen” iki lezzet kâşanemiz arasındadır.

İlk lokum ve akide şekerinin yapımında şeker yerine bal ve pekmez kullanıldığını Selim İleri’nin “Oburcuk Mutfakta” adlı kitabında okuduğumu hatırlıyorum. Şekerin insanlık tarihinde yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi olduğunu burada hatırlamamız gerekir. Anadolu mutfağında örneğin Çorum’da yapılan “Kara Çuval” denilen un helvasında şeker değil pekmez kullanılmaktadır.

Çocukluğumun kış Ramazanlarında bir başka lezzet ise bozadır. Boza İstanbul’da kışın habercisidir adeta. “Boza çıkmış, kış geliyor…” sözü o dönemin deyişlerinden biridir. Vefa semtindeki dükkânda kış gelirken satışa çıkan boza daha sonra Aksaray’da Bulvar Caddesi’nde Emlak Kredi apartmanları altında açılan bir şubede de satılırdı. Yaz boyunca bozanın yerini şıra alırdı. Vefa sirkesi ise on iki ayın mamulü idi.

Bozanın yandaşının leblebi olduğunu söylememe gerek var mı? Bir de üzerine serpilen tarçının…

Kış gecelerinin sokak sesleri arasında “Bozaaaa…” diyerek camları çınlatan seyyar satıcıların yanında her kapıda durup maniler okuyan çubuk nane şekerci vardı.

Evimizde iftara gelen konuklar arasında Fatih’te oturan büyük amcamlar ile evimizin alt katını paylaşan küçük amcamları hatırlıyorum. Büyük amcan Nusret Bey, emekli bir albaydı. Küçük amcam ise İstanbul Telefon İdaresi Zat İşleri Müdürlüğünden 1950’de “CHP’li” diye resen emekli edilen Rıfat Beydi. Emekli maaşı yetmediği için Rami’de bir lastik fabrikasında müdürlük yapıyordu. Çocukluğumun kış botu diyebileceğim kara lastik çizmeleri amcam getirirdi.

Ailenin toplandığı bu kalabalık iftarlar sonrasında bizim “büyük oda” dediğimiz yerde, o dönemde salon kavramı yoktu, halılara ilave seccadeler serilerek toplu teravih namazı kılınırdı. Toplu namazda imamlık görevini büyük amcam üstlenirdi.

Evimizin duvar süsleri arasında hiç tablo yoktu. Ama dedem Behçet Bey’den kalma hat levhalar önde gelen estetik işaretler arasındaydı. İpek kadife üzerine çok ince bir kontrplaktan kesilmiş hatların istifinden oluşan levhalardı bunlar.

Sahur için hazırlanan yemekler genellikle hafif mideyi yormayan şeyler olurdu. Çocukluğumun Ramazanlarının kışa geldiğini söylemiştim. Sahurun yemekleri önceden sobanın yanına getirilerek ısınması için kolaylık sağlanırdı. Hemen her gece yatmaya gitmeden sahurun yemek sahanlarına tek, tek bakar ve “Beni de sahura kaldırın” diyerek tembih ederdim. Ama dinleyen kim?

Israrların karşısında sabah okulun olmadığı bir Cumartesi gecesi (O yıllarda Cumartesi günleri okul yarım gündü.) beni de sahura kaldıracaklarını söylediler. Nasıl sevinmiştim. Sahur için seslendiklerinde sofra kurulmuş yemekler ısıtılmıştı. Yarı uykulu sahur yemeklerinden yedim. Ne vardı? Kabak dolması ve makarna mı, yoksa başka bir şey mi? Belleğimde bir kayıt kalmamış.

Ama biz çocukların tuttuğu oruca tekne orucu denirdi. Sabahtan öğleye kadar yemek ve su yok. Öğlen yemek… İftara kadar yine yeme, içme yok… İlkokul dört ve beşinci sınıflarda sadece Kadir günü Oruç tutuğumu hatırlıyorum.

(Devam edecek)