Ayakkabılarımız bayramdan 3-5 gün önce alınırdı. Çoğu çocuklar gibi ben de ayakkabılarımı hiç giyilmediği için yastığımın altına bir beze sarar kor ve derisinin o hiç te hoş olmayan kokusuna katlanarak uyurdum. Sabahleyin odamın içinde şöyle bir dolaşırdım, çünkü bayram sabahı olana kadar giyilmesine müsaade edilmezdi.
1-2 yıl sonra uzun pantolon ve potin denen ayakkabı alınmaya başlandı bana. O günlerin heyecanını sevincini hala yüreğimde duyuyorum. O günlerin, o bayramların sevincini, heyecanını, sıcaklığını bir daha hiç duymadım dersem yeridir.
Komşunun yaşıtımız kızları da bir başka heyecan olmaya başlamıştı, onların babasının elini öpmeye gittiğimizde yedi dağın çiçeğini andıran analarının diktiği basma entarinin içinde şöyle kaçamakla göz göze gelince dizlerim kesilir, kalbim çarpıntıdan dışına çıkacak gibi olurdu.
Bayram yerleri vardı her şehirde ve kasabada. Büyüklerin elleri öpülür, paralar toplanır hava da sıcak ve güzelse çocuklar doğru soluğu orada alırdı. Çocukların sesi park yerindeki kuşların sesi gibi cıvı, cıvıl güzel ve tatlıydı.
Azıcık büyümüş kızlar bayram yerine gönderilmezdi. O zaman kadınların, kızların gezmesi pek adetten değildi. Haftada bir, biraz uzaktaki komşuya giderlerse o hanımlara, bir lakap takılır “Gezgiç” denirdi.
Rahmetlik dayım İsmet Mat, elini öpünce gümüş bir liralıklar vardı, onlardan verirdi. Zannedersem bu para çocuklara verilen en büyük para idi.
Size biraz da bayram yerlerini anlatayım; Öyle kalabalık olurdu ki iğne atsan yere düşmezdi. Pamuk şeker, yarım kabağa saplanmış elmaların yüzüne şeker kaplanır, dom dom şekeri diye satılırdı.
Dövme dondurma kar dolu fıçının içinde döndürülerek yapılır, kar Köse Dağından eşeklerin sırtında getirilirdi.
Şurupçular, sırtında gayet süslü pirinçten yapılmış elbiseleri ile vişne şurubu, ayran satardı.
Bir tarafta salıncaklar vardı, Mahfe denilen döner dolaba binmek için çocuklar sıra beklerlerdi. Tel’de kayılırdı. (Bunu babam kurardı.) 30-35 metre boyunda örgülü çelikten parmak kalınlığındaki tel meyillice gergin bağlanır, yukardan tekerlekli makara ile çocuk, “iyi tut” diye tembih edilerek salınırdı. Aşağı başta da bir adam incitmeden tutmaya çalışırdı. Bunda kaymak cesaret işiydi, ama yine de çocuklar sıra beklerlerdi. O kayış sırasında insanın yüreği erir gibi bir his doğardı.
Bayram yeri şimdiki Ziraat Bankası’nın olduğu yerde kurulur, faytonlarda çocuklar dolmuş yapar, hastaneye kadar beş kuruşa götürülüp getirilirdi. Bazı çocuklar faytonun arkasına asılır, faytona binen çocuklar faytoncuya arkaya bir kamçı diye seslenirler, faytoncu kamçıyı faytonun arkasına şöyle bir yalandan şaklatırdı.
O faytonlar ne kadar süslü ve atlar ne çok bakımlıydı. Bayramda atların yeleleri taranır, kuyrukları topuz yapılır, faytonların pirinç olan yerleri parlatılırdı.
Bayramın 2 .nci 3. ncü günleri sinemaya gidilirdi. Sonradan kadınlar matinesi günleri de yapılmaya başlandı.
Bayram tatilleri böyle uzatılıp 8-10 gün yapılmaz, esnaf, 2. 3. günü dükkânını açardı. Memur hiçbir zaman, hakkı olan tatilden başka ek günü kabul etmezdi. Vazife aşkı o insanlarda başkaydı. 30-40 sene memurluk yapan insanlar ne bir gün rapor alırlar ne de işe geç kalırlardı ve bu onların en büyük övünç ve gurur kaynaklarıydı.
Şimdi böyle insanlar kalmadı. Bizden 10-15 yaş büyük insanlar bile parmakla gösterilecek kadar azaldı tabiri caizse antika oldu.
Bizler hiçbir zaman o heyecanları, o bayramları bir daha yaşayamayacağız ama bu günkü çocuklar da maalesef yaşayamıyorlar. Bayramları 4 duvar arasında televizyon başında veya evden kaçan sözde tatil yapan ailelerinin yanında hürriyetsiz insanlar gibi bayram yapıyorlar. Sokakta oynayıp çocukluğun tadını çıkaramıyorlar.
Okullar lüzumsuz bilgilerle donatılmış, çocuklar dershane ile okul arasında koşup duruyorlar aynı yarış atları gibi.
Ama yine de bizler hiçbir zaman genç veya çocuk olamayacağız, ama onlar inşallah ihtiyarlığın tadını sıhhatlice çıkarırlar, mutlu olurlar.
Ağız tadıyla daha nice bayramlara erişmemizi diliyorum efendim.
Saygı ve sevgilerimle.
27.03.1999