Kaleyi müze yapmışlardı. Nusret Mayın Gemisi’ni de öyle... Ürpererek gezdim müzeleri. Bir insanın bu görüntülerin karşısında ürpermemesi olası değildi. Ya kefensiz yatan şehitlerimin, yurdumun her karış toprağını kanları ile sulayan Alplerimin ruhlarının nefes alışlarını hissetmeye ne demeliydi... “Ruhlarınız şad olsun, mekanlarınız Cennet. Bu ‘Cennet Vatanı’ bizlere bırakırken çektiğiniz sıkıntıların zerresini ‘gerçek dünya’da çekmeyeceksiniz. Haklarınızı helal edin bu güzelm Cennet Vatan’ın iyiden, güzelden yana olmasını düşünen ve bu uğurda uğraş verenlere” demeden başka birşey diyemedim.

Savaştan arta kalan, savaş meydanlarından toplanan postal ve techizatın toprak üstünde kalanlarının karşısında ağlamamak mümkün müydü? Duygulanmamak mümkün müydü? Şehitlerimin giydiği postalların altları delinmiş, ‘pına’ları kalmış. Giysileri lime lime. Mataraları ezik-büzük. Silahları ise yalnızca mekanizmalı bir tüfek ve ucunda bir süngü. Yanlarına ‘Yedi Düvel’in kullandıkları eşya, giysi ve techizatlarını koymuşlar. Bizimkilerin yanında ‘padişah şehzadesi’ gibi duruyor. Ne kadar çok mermi atmışsa ‘kızgınlığından’ muz kabuğu gibi yaprak yaprak tersine kıvrılmış bir topun namlusunun önünde hüzünlenmemek için çelikten yürek ister. Bir kurşunun yarısının beyine geçmeden kafatası kemiğinin dışarıda duruşunu, hıçkırıklar arasında akan gözyaşlarım ile seyretmek ne kadar ‘tatlı acı’ydı benim için...

İşte bu duygularla “Çanakkale Geçilmez” sözü, ikinci bir ürperti ve kıvanç kaynağı. Burada, şehitlerle yaşamak, keşke duygularda değil de gerçek olsaydı. Özellikle, havada yağmur gibi yağan kurşunların birbirleri ile çarpışmasını, kucaklaşmasını, sarmaş-dolaş, kıyamete kadar da bu aşkla birbirlerinden ayrılmadan ‘vuslatını’ seyretmek... Boğazın çalkantılı sularında mantar gibi bitmiş, savaş gemilerinin arasından bir ruh misali, kahraman ve ‘ölümsüz’ Nusret Mayın Gemisi’nin içinde, o anları yaşarcasına gezerken, o anlardan sıyrılıp gözyaşları ile ayrılmak... Keşke zaman dursaydı da, feribotun hareket saati gelmeseydi. Ancak, Çanakkale Boğazı’nın giriş/çıkışını kontrol altında tutan, pekçok önemli olan Gökçe Aa ve Bozca Adamıza gidecek başka seçeneğimiz yoktu. Günde bir defa sefere çıkan bu feribota bitmeye mecburduk. Ve ailece feribota bindik.

* * *

Hava çok güzeldi ve kızgın güneş insanı güverteye davet ediyordu. Güvertede, şehirden ayrılırken Çanakkale Boğazı’nın güzelliğini seyretmek, önceki duygulardan dolayı hüzünlendiriyor, ama içinde bulunduğum zaman sürecinde de sevindiriyordu. Çanakkale Boğazı’nı seyretmek doyumsuzdu çünkü.

Feribot ağır ağır Şehitler Abidesi’ne yaklaşması, benim gibi ilk defa görenleri heyecanlandırdı. Heyecanımız gittikçe arttı. Doruk noktasında ise Şehitler Abidesi’nin tam karşısında idik. Şehitler Abidesi bütün haşmeti ile dimdik ayakta idi. Bu abide şehitlerimizin kanları ile yoğrulmuş, inançları ile örülmüş, ruhları gibi güzel bir şaheserdi. Seyredilmesi doyumsuzdu. Ne yazık ki kaptanımız feribotu ağır ağır, bu doyumsuz seyirden uzaklaştırdıkça içimizi bir hüzün kapladı. Bu abidey seyretmek Anafartalar’ı, Conkbayır’ı seyretmekti. Binlerce şehidimizin vatan için verdiği mücadeleyi seyretmekti. Türk’ün inançlı cesaretini seyretmekti. Şanlı bayrağımızın göklerde dalgalanmasını seyretmekti. Ve de, her ne pahasına olursa olsun vatan ve milletin bağımsızlığı için yüzyılın en büyük lideri Büyük Atatürk’ün kararlılığını seyretmekti....

Feribotumuz Çanakkale Boğazı’ndan çıkarken ruhumun bedenimden ayrılışı gibi Anadolum’dan ayrılıyordum. Ağır ağır, karayı geride bırakarak ayrıldık. Artık kara görünmez olmuştu. Ancak gönlümüz, esinlerimiz hep oradaydı...

Güzel yurdumun her karış toprağı güzel olduğu gibi, denizi de güzeldi. Açık denizde feribotumuz bir martı güzelliğinde süzülürken birden bire ‘deniz patladı’. Hava karardı. Gök yere indi. Kızgın güneş yerini fırtınaya bıraktı. Arkasından da bardaktan boşalırcasına bir yağmur, bir tayfun oluştu. Güverte boşaldı ve herkes kamaralara çekildi. Feribotumuz sallanıyor, deniz dalgalarının ritmine uyuyuordu. Engin denizde bir ceviz kabuğu idi sanki. Dalgalar öyle yükselmişti ki, kamaraların yuvarlar pencerelerini dövüyor, içeri girmek istiyordu. Yolcuların çoğunluğu paniğe kapıldı. Bir kısmının midesi bulandı ve çıkartmaya başladı. Yanımda oturan ve yarım saat önce tanıştığım, ataması Gökçe Ada’ya yapılmış olan, sivil giyimli, subay olduğunu söyleyen genç ve öğretmen eşi de hem panikten, hem de mide bulantılarının verdiği rahatsızlıktan ‘nasibini’ almıştı. Deniz yolculuğunda bunlar olağandı. Ancak deniz yolculuğuna alıık olmayan Anadolu insanı için ise, sözün tam anlamı ile ‘perişanlık’tı. Her yolculuğun cazibesi kadar, sıkıntılarının da olacağını varsayarsak, bunları kabullenmek gerekirdi. Karanlığın sonunda aydınlığın da olacağını bildiğimiz gibi... Deniz de bu kadar coşkunluktan sonra sakinleşecek, herşey normale dönecek, önceki deniz yolculuğu gibi iyiye ve güzele dönüşecekti. Sonunda da öyle de oldu...

Artık birbirimize moral veriyor, yatıştırmaya çalışıyorduk. Birbirlerine sarılanlar bir felaketten kurtulmuşcasına “şükürler olsun” diyenler oluyordu...

Yeni tanıştığım genç birşeyler anlatıyordu. Bir ara laf arasında “Bu ada da olmasaydı ne olurdu sanki..!” anlamına gelen birşeyler söyledi. Bu söz karşısında donakaldım. Bu söz çok üzdü beni. Gönülden yaralandım. Bu sözü bir başkasının ağzından duysam yine çok üzülürdüm ama; silahlı kuvvetlere mensup bir kişinin ağzından duymak, hepten yıktı beni. Keşke bu yolculuğa çıkmasaydım da bu sözü duymasaydım. Önceki duygularımın hepsi ‘karman-çorman’ oldu. O anda şehitlerimin ruhu ağlaşmaya başladı. Ortalığı bir hüzün kapladı. Anadolum mahzunlaştı. Yanımdakini denize fırlatasım geldi. Kavga etsem ne gücüm yeter, ne de bana yakışırdı. Kendimi zor dizginledim. Ancak sert sert baktım yüzüne “Aferin! Yaşa! Bravo! Siz nasıl ve ne gençliğisiniz anlıyamadım..?!” diyerek yanından uzaklaştım. Gerçi içimden küfredip, başka kamaralardaki insanların hareketlerini izleyerek içimdeki hırçınlığımı yatıştırmaya çalıştıysam da işte orada, “Çanakkale içinde vurdular beni...” Ve “Mahzun Anadolum, üzerinde dalgalanan şanlı bayrağının altında binlerce Alpleri barındırdığın gibi ‘böylelerini’ de barındırıyorsun. Ne kadar aziz, ne kadar büyüksün. Ne kadar mağrur, ne kadar alçak gönüllüsün. Uğruna, Cumhuriyet ve Atatürk Gençliği feda olsun...” diyerek yolculuğun sonuna gelmiştik.

Güzel Gökçe Adamıza çıkacağımıza yakın denizin hırçınlığı bitimş, yerini ‘güllük-gülüstanlık’, tatlı bir güneşe bırakmıştı. Çanakale içinde vurmuşlardı beni ama, yine de hafif yağmurdan sonraki, güzel yurdumun topraklarının kokusunu algılıyor gibiydim. Tıpkı yeni doğmuş bebeğin mis kokusu gibi...