O benim kalemine, dizelerine ve kişiliğine hayran olduğum bir ozan…

Örnek bir insan, örnek bir ozan, örnek bir kişilik.

Doyumlu, dürüst, mert ve dobra…

Işıklar içinde uyusun; geçtiğimiz çarşamba onun ölüm yıl dönümü idi, atladık.

… …

Döneminin en güçlü siyasetçilerinden ve Atatürk’e en yakın isimlerden, Hasan Ali Yücel’in iki çocuğundan biriydi o…

Hasan Ali Yücel de; çocuklarına ve ailesine aşırı düşkün ama yoğun işleri nedeniyle onlara yeterince zaman ayıramayan bir baba…

Oğul Can Yücel, “Ben hayatta en çok babamı sevdim” diye şiir yazacak kadar babasına düşkün, babasıyla gurur duyan ama babasının yoğun işleri nedeniyle babasıyla görüşme fırsatı bulamayan bir evlat.

Evet, babasıyla görüşemeyen bir evlat.

Dahası, babasının forsundan yararlanamayan bir evlat.

Yararlan(a)madığı gibi, babası Milli Eğitim Bakanı olduğu için yokluklar içinde kıvranan bir evlat.

Ne kadar tuhaf geliyor değil mi?

Babası, dönemin en güçlü siyasetçilerinden, ama evladı yokluk içinde…

* * *

Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Filoloji Bölümü’nden mezun olan Can Yücel’i; aldığı diploma da, aldığı eğitim de tatmin etmiyor.

Gözü ve gönlü yurt dışında…

Konuşabildiği iki dil, yeterli değil onun için; hedefi beş dil…

En az beş dil konuşabilmeli…

En az beş dilde, “Can Yücelce” küfür edebilmeli…

En az beş dilde, şiir yazabilmeli…

En az beş dilde, “Kırmızı gül demet demet…” diyebilmeli…

… …

Ama yurt dışına çıkması, yurtdışında okuması için ne babasının, ne de kendisinin maddi durumu uygun…

O tarihlerde, pek çok öğrenci, yurt dışında, devlet bursuyla eğitim görüyor.

Ancak Can Yücel’in babası, Milli Eğitim Bakanı…

Milli Eğitim Bakanı olan babasının dürüstlük ve siyaset anlayışı gereği; Can’ın, o burslardan yararlanma şansı da yok.

!!??...

Şaşırdınız mı?

Şaşırmayın; çünkü o dönemle, günümüz dönemi arasında dağlar kadar fark var.

O dönem siyasetçi ve devlet adamları; günümüz siyasetçi ve devlet adamları gibi değil çünkü.

O dönemde, bakan ve de siyasetçi yakını olmak (hele hele ailesinin bir parçası olmak) şans değil; şanssızlık…

* * *

Durum böyle olunca; koşullarını zorlayan Can Yücel, kendi olanaklarıyla yurt dışına gider;

İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’ne kaydolur.

Orada iş bulur, çalışmaya başlar.

Hem çalışır, hem eğitimine devam eder.

Uzun bir süre yine kendi olanaklarıyla Paris ve Londra’da kalır.

1953 yılında yurda dönüp; Kore Savaşına katılan Türk Birliğinde askerliğini yapar.

Terhis sonrası da tekrar İngiltere’ye dönüp; Londra BBC Radyosu’nun Türkçe Bölümü’nde, spikerlik yapmaya başlar.

Almanca, İngilizce, Latince ve Yunancayı ana dili gibi konuşacak kadar; Fransızcayı da anlayıp konuşacak kadar güçlü bir belleğe ve zekâya sahiptir.

* * *

Takvimler, 3 Haziran 1963 tarihini gösterirken; tüm dünya haber kanallarında; Nazım Hikmet’in ölüm haberi yankılanmaktadır.

Can Yücel, bu haberle yıkılmıştır.

Aralarında çok güçlü ve özel dostluk bağı olan Nazım Hikmet’in ölüm haberi, Can Yücel’i perişan etmiştir.

Görevi gereği, Nazım'ın ölüm haberini, onun vermesi gerekmektedir.

Ancak, o gücü kendinde bulamaz.

"Ben onun ölümünü bile kabullenemezken; onun ölüm haberini nasıl okurum!” deyip, o gün yayına çıkmaz.

Ertesi gün de görevinden istifa ederek, ülkesine döner..

İstanbul’a yerleşir. Bağımsız çevirmen ve şair olarak yaşamını sürdürmeye çalışır.

Che Guevara’nın, ‘Gerilla Harbi’ ile ‘İnsan ve Sosyalizm’ kitaplarını çevirisi nedeniyle (12 Mart döneminde) 15 yıl hapis cezasına mahkûm olur.

1974 affıyla da özgürlüğüne kavuşur.

İstanbul’da Vatan, Demokrat ve Söz gazetelerinde köşe yazıları yazar.

Ancak moralsiz, huzursuz ve mutsuzdur.

Ve de rahatsız…

Önce İzmir’e, daha sonra da Datça’ya yerleşir.

Gırtlak kanserine yakalandığında; dostları, “artık dinlenmesi gerektiğini” söyler.

Ama Can Yücel’dir o; Can Yücel’ce tepki verir, bu sözlere…

“Ben fil değil, şairim… Bir köşeye çekilip Azrail'i bekleyemem. Meydanlarda ölmeliyim ben…" .

12 Ağustos 1999 tarihinde vefat eder; vasiyeti gereği de çok sevdiği Datça’sına defnedilir.

* * *

Cumhuriyet döneminin en güçlü, en önemli, en gözde bakanlarından birinin oğludur ama ömrü yokluk içinde geçmiş bir insandır.

Bu koşullarda büyüyüp, yetişen insanlarda; genelde, geçmişin acısını çıkarma azmi(!) olur, hırsı olur. Malda, mülkte, parada pulda gözü olur.

Ama o yaşamının her evresinde basit ve sade bir yaşam tarzını yeğlemiştir.

* * *

Size, kendini bildiği andan itibaren, yaşamı alaya alan; kimseye benzemezliğiyle; alçakgönüllü, sıra dışı, renkli yaşamıyla; içki masalarındaki sohbetleriyle, insanları rahatsız etmeyen küfürbaz kişiliğiyle ve en önemlisi tadına doyulmaz şiirleriyle; Rahmetli Can Yücel’i anlatmaya çalıştım.

Daha önce de yazmış, daha önce de anlatmıştım.

Yine köşeme taşıma gereğini duydum.

Nedeni şu.

İstedim ki, Atatürk döneminin siyaset anlayışıyla, dürüstlük anlayışıyla; günümüz siyasetçilerinin(!) dürüstlük anlayışlarını kıyaslayın.

İstedim ki; Atatürk dönemi siyasetçilerinin çocuklarıyla, günümüz siyasetçilerinin(!) çocuklarını, yakınlarını kıyaslayın.

Bırakın günümüz siyasetçilerini, hasbelkader bir makam edinmiş günümüz bürokratlarının(!) çocuklarıyla kıyaslayın.